NAMUSLU ve NAMUSSUZ AYDIN…
-
”…Batı’nın ‘namuslu’ aydını, kendi ülkesinin III. Dünya ülkelerine dayattığı rezillikleri görüp yazıyor; hatta buna isyan ediyor da; acaba neden bizim aydınlarımızın çoğu, gözlerine giren ‘merteği’ görmezden gelip; ‘…Batılı tüketim modellerinin yarattığı’ ‘gösteriş etkisi’ ve ‘şımarık çocukların aşırılık ve gösterişçiliğiyle’; ‘gönüllü olar ak’, ‘Amerikan Hayat Biçimi’ ni benimsiyorlar?..” __________J.M. Albertini ‘Azgelişmişliğin Mekanizması’ adlı kitabından…
BENZERSİZ BİR ÜLKE OLMA ÖZLEMİ…
Bugünün Türkiye’sinin niçin böyle bir ülke olduğunu anlamak üzere, o kadar eskilere gitmek bence çok yararlı bir uğraş değil, ‘modernizasyon’ sürecinin kendisine bakarak çok daha verimli sonuçlar alabiliriz. Bu sürecin ‘özne’si kim, öznenin ‘ideoloji’si nasıl bir ideoloji, süreç nasıl bir ortamda işliyor?
Bu bağlamda, ilgili bir konuya daha değineyim: Osmanlı’da yürürlükte olan üretimin ne olduğu tartışmasına iktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan da katılmıştı. Barkan, Marksist değildi ve ‘ATÜT’ gibi bir yaklaşımı da yoktu, ama Batı feodalizminden farklı bir yapı olduğunu savunduğu için o da bu tartışmalara katılıyordu.
Barkan’ın bu yaklaşımını birçok milliyetçi tarihçide de görebilirsiniz. Milliyetçi ideolojinin, ‘kendi geçmişini benzersizleştirmek’ diye özetleyebileceğimiz bir eğilimi vardır. Tarihçiliğin kendisi olgularla uğraşmak zorunda olduğu, olgular da, yakından bakıldığında, hep çok özgül göründüğü için, bu eğilimin doğrudan doğruya disiplinin kendisi tarafından teşvik edildiği de söylenebilir. Hiç şüphe yok ki bu özgüllükler önemlidir ve birtakım genellemeler içinde boğulup gitmelerine meydan verilmemelidir.
Ama insan topluluklarının tarihi serüvenlerinde, benzemezlikler kadar benzerliklerin de yeri olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü sonuçta insan yaşantısı insan yaşantısıdır ve tıpatıp aynı iki topluluk bulmak mümkün olmasa da, bir topluluğun bir tarihi özelliğinin benzerlerini başka birçok toplulukta bulmak mümkündür. Bunları görmemekte ısrar edersek, ‘biz bize benzeriz’cilikten ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’çuluğa kolayca kayarız, çünkü bunlar birbirine oldukça yakın mevkilerdir.
Bu çerçevede Türkiye’nin modernleşme süreci de büsbütün benzersiz, eşi menendi görülmemiş bir şey değildir. Bu hareket, ilk ulus-devlet örnekleri Britanya, ABD ve Fransa gibi, aristokratik ve kolonizatör bir egemen yapıya karşı bir örgürleşme mücadelesi olarak başlatılmış bir orta sınıf (burjuva) hareketi değildir. Dolayısıyla süreç oradakilere benzemez (Türkiye’de olan birçok şey, o toplumlardaki bazı özellikle yakın olsa da). Ama Almanya veya Japonya gibi, modernizasyonun ordu öncülüğünde yapıldığı ülkelerle bizim aramızda, bu temel noktada bir benzerlik veya bir ortaklık vardır (tabii gene başka ayrıntılara geçtiğimizde, ortaklığın yanında pek çok farklılıkla da karşılaşırız).
Var olan bir baskıcı devlet yapısından kurtulmak için mücadele etmekle, ‘devleti kurtarmak’ için mücadele etmek arasında ciddi bir mesafe, bir farklılık var. Bu, dünya haritasının hangi noktasında bulunurlarsa bulunsunlar, birincilerle ikincileri kalın bir çizgiyle birbirinden ayırmıştır.
Murat Belge / Radikal
SÜRDÜRÜLEMEZ KALKINMA… “ABD’nin gelişmekte olan dünyayı sürdürülebilir kalkınma için zorlamasının ardındaki saikler nelerdir?”…
Başka ülkeler ilaç üretebilirler. Ve daha önceki patent rejimlerinde üretim süreci patentleriniz vardı. Bunların yasal olup olmadıklarını bile bilmıiyorum, ama üretim süreci patentleri şu anlama geliyordu: Eğer belirli bir ilaç şirketi bir ilacı üretmenin yolunu bulduysa, daha akıllı birisi bu ilacı üretmenin daha iyi bir yolunu bulabiliyordu. Çünkü patentli olan yalnızca üretim süreciydi. O zaman, eğer Brezilya ilaç sanayi, o ilacı imal etmenin daha ucuz ve daha iyi bir yolunu bulduysa, tamam, onu üretebiliyordu. Patentleri ihlal etmiş olmuyordu. Dünya Ticaret Örgütü rejimi bunun yerine ürün patentlerinde ısrar etmektedir. Dolayısıyla daha akıllı bir üretim süreci bulamazsınız. Bunun büyümeyi ve kalkınmayı engellediğine ve bu amaçla yapıldığına dikkatinizi çekerim. Yeniliğin, büyümenin ve kalkınmanın engellenmesi ve aşırı yüksek karların korunması amaçlanmıştır.
Evet, ilaç şirketleri ve diğerleri araştırma ve geliştirme maliyetlerini azaltabilmek için buna ihtiyaç duyduklarını öne sürüyorlar. Ama soruna daha yakından bakalım. Araştırma ve geliştirmenin çok önemli bir bölümü her halükarda kamu tarafından ödenmektedir. Dar anlamda, bu %40-50 düzeyindedir. Ama bu düşük bir tahmindir, çünkü tümü kamu tarafından karşılanan temel biyoloji ve temel bilimi hesaba katmamaktadır. O halde eğer gerçekçi bir tutar elde etmek istediğinizde, şöyle ya da böyle kamu tarafından ödenen yüzdenin çok yüksek olduğunu görürsünüz. Pekala, bu oranın %100′e ulaştığını. varsayalım. O zaman tekelci fiyatlandırma için öne sürülen nedenlerin tamamı ortadan kalkmış ve devasa bir sosyal yardım sağlanmış olacaktır. Bunu yapmamak için haklı gösterilebilir ekonomik bir saik yoktur. Belirli bir ekonomik saik, yani kar vardır; ama bu büyümeyi ve kalkınmayı engelleyen bir girişimdir.
Ticari Yatırım Önlemlerine ne demeli? Bunlar neye hizmet ediyorlar? Ticari Fikri Mülkiyetler, kamu tarafından sübvanse edilen şirketler aracılığıyla, zengin ve güçlünün yararına yapılan doğrudan korumacılıktır. Ticari Yatırım Önlemleri biraz daha inceliklidir. Şunu talep eder: Bir ülke bir yatırımcının yapmaya karar verdiği şeye koşullar dayatamaz. Örneğin General Motors’un dışarıda üretim yapmaya, başka bir ülkede sendikasız ucuz emekle parçalar imal etmeye ve sonra bunları General Motors’a geri göndermeye karar verdiğini varsayalım. Asya’daki gelişmekte olan başarılı ülkeleri ele alalım. Kalkınırken izledikleri yollarından birisi, eğer yabancı yatırım alacaksa, bunun yatırımın yapıldığı ülke için üretken bir biçimde gerçekleştirilmesinde ısrar ederek bu tür girişimleri engellemeleri olmuştur. O zaman ya teknoloji transferi olması ya da onların yatırım yapmanızı istedikleri yerlere yatırım yapmanız gerekir; veya yatırımın belirli bir oranının kazanç getiren mamul malların ihracatı için yapılması gerekir. Buna benzer pek çok düzenleme yapılmıştır. Bu, Doğu Asya ekonomik mucizesinin gerçekleştiği yollardan birisidir. Sırası gelmişken söyleyeyim, İngiltere’den teknoloji transfer eden ABD dahil, bu başka bütün gelişmekte olan ülkelerin de geliştikleri yoldur. Bu yaklaşımlar Ticari Yatırım Önlemleriyle engelleniyorlar. Yüzeysel olarak, sanki serbest ticareti arttırıyormuş gibi görünüyorlar. Ama gerçekte arttırdıkları, dev şirketlerin ülke dışı işlemlerini merkezi bir yönetimle gerçekleştirme kapasiteleridir. Çünkü ülke dışında üretim yapma ve şirket içi transferler denen şey budur -merkezi olarak yönetilirler. Bu sözcüğün hangi anlamını kabul edersek edelim, ticaret değildir. Ve yine büyüme ve kalkınmanın altını oymaktadırlar.
Gerçekte, eğer tabloya bakarsanız, kurumsallaştırılan şey bugün zengin olan endüstriyel ülkelerin gerçekleştirdikleri kalkınma türünü engelleyecek olan bir rejimdir. Kuşkusuz hayal edebileceğimiz en iyi kalkınma türü değil, ama en azından belli bir kalkınma türü. Eğer İngiltere’den ABD, Almanya, Fransa, Japonya ve Kore’ye geriye doğru giderseniz, bu ülkelerin her biri şimdi Dünya Ticaret Örgütüne içkin olan ilkeleri radikal biçimde ihlal ederek kalkınmıştır. Bu ilkeler, büyüme ve kalkınmanın altını oyma ve gücün yoğunlaşmasını sağlama yöntemleridir. Sürdürülebilir kalkınma sorunu gündeme bile gelmemektedir. Bu tamamen başka bir sorundur. Sürdürülebilir kalkınma, örneğin, dışşallıklar (externalities) olarak adlandırılan şeylere, iş dünyasının ilgilenmediği şeylere dikkat etmek anlamına gelir.
Örneğin ticareti alalım. Ticaretin refahı arttırdığı varsayılır. Belki arttırıyor, belki de arttırmıyordur. Ama örneğin hava kirliliğinin maliyeti gibi, hesaba katılmayan maliyetleri ticaretin maliyetine dahil edene kadar, refahı arttırıp arttırmadığını bilemezsiniz. Bir şey buradan oraya giderken hava kirliliği yaratmaktadır. Bu bir dışsallık olarak adlandırılır; bunu hesaba katmazsınız. Kaynakların tükenmesi söz konusudur, tarımsal üretimin kaynaklarını tüketmeniz gibi. Askeri maliyetler vardır. Örneğin petrol fiyatı, Ortadoğu petrol üreticilerine yönelik faaliyetler gösteren Pentagon’un esaslı bir bölümü tarafından çok yüksek ve çok düşük olmamak üzere, belirli bir bant içinde tutulur. Bunun nedeni ABD’nin çöl idmanını ya da buna benzer bir şeyi sevme si değil, orada petrolün bulunmasıdır. Petrol fiyatının çok yükselmemesini, çok da düşmemesini, fakat sizin istediğiniz yerde kalmasını temin etmek istersiniz. Bu konu hakkında pek fazla araştırma yapılmamıştır. Ama ABD enerji bakanlığı için bir danışman tarafından yapılan bir araştırma, yalnızca Pentagon’un harcamalarının belki petrol fiyatına yapılan %30 oranında bir sübvansiyona ulaştığını tahmin etmiştir.
Evet, tabloya baktığınızda buna benzer bir dolu şeyle karşılaşırsınız. Ticaretin maliyetlerinden birisi, insanları geçim alanlarının dışına sürmesidir. Meksika’ya sübvansiyonlu ABD tarımsal ürünleri ihraç ettiğinizde, bu milyonlarca köylüyü çiftçiliği bırakmaya zorlamaktadır. Bu bir maliyettir. Gerçekte çok yönlü bir maliyettir, çünkü bu milyonlarca insan yalnızca acı çekmekle kalmaz, fakat ücret düzeyini düşürdükleri şehirlere sürülürler. Dolayısıyla, şimdi daha da düşük ücretlerle rekabet eden Amerikalı işçiler dahil, başka insanlar da olumsuz etkilenirler. Bunlar maliyetlerdir. Eğer bunları hesaba katarsanız, ekonomik etkileşimler hakkında tamamen farklı bir manzara elde edersiniz.
Sırası gelmişken, bu Gayrisafi Yurtiçi Hasıla gibi göstergeler için de doğrudur. Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın ölçümlerine bakarsanız, bunlar büyük ölçüde ideolojiktir. Örneğin, ABD’de Gayrisafi Yurtiçi Hasılayı arttırmanın yollarından birisi, ki gerçekte yapılmaktadır, yolları onarmamaktır. Eğer yolları onarmazsanız her yerde çukurlar oluşur. Bu otomobillerin giderken kaza yapmaları anlamına gelir. Bu da yeni bir araba satın almanız gerekiyor demektir. Ya da tamirciye gitmeniz ve otomobilinizi tamir ettirmeniz gerekir. Bütün bunlar Gayrisafi Yurtiçi Hasılayı artırırlar. Atmosferi kirleterek insanları hasta edersiniz. Bu Gayrisafi Yurtiçi Hasılayı artırır. Çünkü insanlar hastaneye gitmek, doktorlara para ödemek ve ilaç satın almak zorunda kalırlar. Aslında şimdi örgütlendikleri haliyle toplumlarda Gayrisafi Yurtiçi Hasılayı arttıran şey, genellikle anlamlı bir biçimde refahın bir ölçüsü değildir.
Bunun gibi şeyleri dikkate alan başka ölçümler oluşturma çabaları olmuştur ve bunlar size çok farklı öyküler anlatırlar. Örneğin ABD, çocukların istismarı, yaşam süresi gibi toplumsal refah ölçülerinden oluşan düzenli “sosyal göstergeler” yayınlamayan az sayıdaki endüstriyel ülkelerden birisidir. Çoğu ülke bunu yapmaktadır. Her yıl için bir sosyal gösterge ölçümleri vardır. ABD’nin yoktur, bu yüzden ülkenin toplumsal sağlığının ölçüsünü elde etmek oldukça zordur. Ama bunu yapmak için çabalar olmuştur.
New York’ta bir Cizvit Üniversitesi olan Fordham Üniversitesinde büyük bir proje uygulanıyor. Yıllardır ABD için bir toplumsal sağlık ölçüsü oluşturmaya çalışıyorlar. Bir kaç ay önce son cildini yayınladılar. İlginç bir malzeme. Benim sözünü ettiğim türdeki ölçüler hakkındaki analizlerine göre, yaklaşık 1975′e kadar, yani adlandırıldığı gibi “altın çağ” boyunca, toplumsal sağlık az çok ekonomiyle birlikte gelişmişti. Bir anlamda ekonomiyi izlemişti. Ekonomi iyiye gittikçe, toplumsal sağlık da iyiye doğru gidiyordu. 1975′ten sonra yolları ayrıldı. Daha öncesine göre daha yavaş olmakla birlikte ekonomi büyümeyi sürdürdü, ama toplumsal sağlık inişe geçti. Ve inişe geçmeye devam ediyor. Gerçekte, öneme sahip ölçüler açısından bakıldığında, ABD’nin pir durgunluk, ‘ciddi bir durgunluk içinde olduğu sonucuna vardılar. Sürdürülebilir kalkınma, anlamlı kalkınma gibi sorunlara bakmaya başladığınızda söz konusu olan bunlardır. Ama bu, bütün bu ekonomi ve sonuçları gibi sorunlar hakkında tamamen farklı bir perspektif, kesinlikle üstlenilmesi gereken bir perspektif gerektirir. Ve insanlar sürdürülebilir kalkınma hakkında konuştuklarında gündeme gelen sorunlar bunlardır. Ama ABD’ nin kesinlikle böyle bir programı yoktur. Olması gerekir, ama yoktur.
Amerikan Müdahaleciliği / Çev:Taylan Doğan – Barış Zeren/http://tr.wikipedia.org/wiki/Noam_Chomsky
ERGENEKON…
-
Bakın ben size kavramlaştırmaya çalışıyorum. Bakın ben ne diyorum bu bir menü artık yanında iki orgeneral olacak yahut, yanında Jitem’i kurduğunu söyleyen Albay Doğan olacak, eğlence dünyasından bazı kimseler olacak. Mutlaka da, mutlaka da şu veya bu şekilde Tayyip Erdoğan’a sert muhalefet yapmış kişiler olacak. Bu da öyle, bundan önceki de öyle bundan önceki 4 tane genç teğmen her şey gazetelere intikal etti okuduk . Genç teğmen askeri liseden ayrılan bir arkadaşına “İrtibat halinde olacağız.” demiş. Budur. Bu başka bir şey artık. Bir de hepsine Barzani’yi memnun edecek, fanatik Kürtleri okşayacak menüye yemek koyuyorlar. Albay Doğan’ı koydular. Şimdi de Albay Tanju’yu koydular. Okuyorsunuz, Devlet güvenlik mahkemesinde çalışmış, şurada şunları yapmış. Artık bir hukuk olarak çünkü biz 12 Mart’ı biliyoruz, 12 Eylül’ü. 12 Mart’ta ne olurdu? Bir toplama olurdu ama bir örgütle ilgili olurdu. Toplama olurdu bir olayla ilgili olurdu ve bir kere toplanırdı böyle değil. Şimdi Adil Serdar Bey’le bizim Gürbüz Çapan’ı, Gürbüz Çapan’la Tuncay Özkan ve arkadaşlarını nasıl yan yana getirirsiniz, ne alakası var. Alacaksan ayrı ayrı alırsın, çağırırsın, ifadelerini alırsın, bu artık bir yerel seçim hazırlığına dönüştü. Bu budur. Bu da ne yazık ki büyük ölçüde politik. Kürtler’i okşayacaksın, doğrudan doğruya Susurluk’a, öbürüne girme cesaretleri yok ama oraları kaşıma var. Söyleyeceğim budur. Hukukta öyle dalga, dalga, dalga diye yoktur. Hukukta sorgularını evlerinden işyerlerinden aldıklarımızı inceledikten sonra başlatacağız yoktur. Elinizde soru soracak kadar malzeme yoksa niye gözaltına alıyorsunuz? Şans mı bu? Şans oyunu mu oynuyoruz? O aldığınızla hiç bir şey çıkmazsa. … Ülke için de vahimdir ama bu vehametten şu çıkıyor ki bir de artık AKP’nin beni affetsinler “Çok fazla döküldüğünü” bu benim sözüm değil, artık belli oldu içeride ve dışarıda birden bire büyük bir, oy olarak söylemiyorum büyük bir düşüşe geçtiğini görüyoruz. Çok canları sıkkın, daha ağır sözcükler kullanıyorlar, çok telaşlılar ‘lanlı manlı’ konuşmaya başlıyorlar. Bu da bambaşka bir yere geldiğimizi artık AKP’nin herkesin gözünün önünde deşifre olduğunu göstermektedir Ergenekon’da öyledir artık. Ergenekon’u ne yazık ki hukuki bir dalga olarak gören kalmamıştır. Bir tek AKP’lilerle yeni mürtecilerin dışında, mesele hallolmuştur. Bütün bu karanlıkların içinde daha aydınlık bir noktaya doğru yaklaşıyoruz.” ____ Prof. Dr. Yalçın KÜÇÜK / OdaTV…
KAPİTALİZMİN AHLAKI VAR MI?…
Leylâ Erbil ‘Mektup Aşkları’ romanında savruk bir gençliğin acılarını dillendirir. Kimlik sorunlarını, ruhlarına yerleşen ahlaki açmazları su yüzüne çıkarır. Modernleşme sancısından tutun, kapitalist şiddetin yarattığı acımasızlığa kadar her şeyi bulursunuz bu mektuplarda!
Bir yerinde “bir ülkede devrim olmadan onun ahlakını bulmak gülünç savdır.” diye yazar Jale. Romanın başkişisi. Haklıdır elbet. Toplumsal düzen kendi ahlakını birlikte yaratır. Tüketim üzerine kurulu, aç gözlü kalabalıklar giderek yamyamlaşır.
Birbirini ezen insanlar görürüz, doymayan gövdeler, tiksindirici bakışlar, et, şehvet bir yana; pisliği, şiddeti kanıksar, önümüzde ırzına geçilen tüm değerlerin hiçleşmesine başımızı çevirir oluruz. Susarız, varlığımızı sürdürmek için, üç kuruş daha fazla kazanmak adına dilsizleşir ve bayağılaşırız. Bizi bu hallere koyanın kapitalizm olduğunu bilir kimimiz, yine de ses etmeyiz…
Patronlar dünyasına yardım ve yataklık etmek zorunda kalırız. Söverler, haksız işten çıkarırlar, maaşlarımızı yarıya indirirler, emeğimizi sömürürler, çocuklarımızın geleceğini çalarlar, gık demeyiz. İşsizlik, açlık, sefalet diye bela vardır. Yoksulluk kişiyi soysuzlaştırır. Kapitalizm; birilerinin egemenliği sürsün diye, büyük yoksullar, yoksulluklar yaratan düzenin adıdır. Bir büyük yalanın adı…
İktisat tarihçileri için bulunmaz bir fırsatı yaşıyoruz. Küresel kapitalizmin iflasını görüyoruz. ABD yüzyılın, belki insanlık tarihinin en tuhaf çalkantısını üretti ve ihraç ediyor. Adı iktisadi kriz olan bu meselenin gerçek ismini kimse söylemiyor, söyleyemiyor; bu kapitalizmin çöküşüdür!
Çok katlı, konforlu plazalarda bir koşuşturma ki, sormayın gitsin… Telefonlar susmuyor, ekranlarda akan rakam dizinleri baş döndürüyor. Sürekli bir düşüş, korkutucu bir iflas bu! Kıçlarında ütülü, pahalı kumaştan pantolonları terden sırsıklam… Genel müdürler, genel koordinatörler, bütün sorumlu geneller ayvayı yemiş durumda… Ağlamaklı gözlerle birbirlerine bakıyorlar… Paranın imparatorluğu sallanıyor…
Kasalarında gizledikleri borsa senetleri, çekleri, paracıkları eriyor… Kıçlarına kaçıyor anlayacağınız bu düzen! İnsanların kanını emerek, kandırarak, işkence ederek yarattıkları yapı, şimdi onları tüketiyor. Çalışanların isyan ederek, haykırarak başaramadığını; aşağılık düzen kendi kendine yaptı… Kapitalizm insanlık mahkemesi için hazırlanıyor ve bir gün, tam da bu düzenden insanların kanlarını içenlerin hesap günü olacaktır. Korku çağının sonu gelecektir…
ABD’den 700 milyar dolarlık kurtarma planının geçmediği haberini işitince bir kahkaha attım. Parlementer ABD’li salaklar, bu türden bir kurtarmanın sosyalizm anlamına geleceğini söylemişler… Yanlış biliyorlar; bu sosyalizm değildir. Sadece, siz konforlu koltuklarınızda dünyayı sömürme çalışması yapanların beceriksizliğinin, devlet eliyle, devlet kapitalizmiyle onarılma çabasıdır. Yani, siz alçaklar, dünyanın tüm halklarının kanını daha iyi emesiniz diye bir düzenlemedir. Sosyalizm başka bir şeydir ve sizin onu düşlemeniz olanaksızdır!
Borsalar düştükçe, bankalar battıkça, faizler yükseldikçe; paradan para kazananların, halkı soyanların düzeni bozuldukça keyfim yerine geliyor. Devrimler böyle zamanlarda filizlenir. Daha çok işsiz, aç, çaresiz insan oldukça; bir başka dünya mümkün diyenler artacaktır. Bizim kaybedecek milyon dolarlarımız, yalılarımız, bankalarımız, fabrikalarımız, farklı borsalarda adımıza çalışan adamlarımız yok. Bizim kaybedeceğimiz kaynayan tenceremizdeki lokmamızdır. Olsun. Bu görkemli dönüşüme tanıklık ederken, iki kaşık az sallarız…
Kapitalizm öylesi alçak bir düzendir ki, insanı soysuzlaştırır, haysiyetsizleştirir. Görüyoruz; bayram diye yardım eden sözde Müslümanları! Sadaka kültürüyle yetişen toplumun insanları; bir paket pirinç için, iki kilo bulgur, şeker için birbirini nasıl eziyor. Ayşe teyzelerin, Fatma ninelerin birbirlerini nasıl aşağıladığını, onurlarını ayakaltına alan bir yarışa nasıl girdiğini izliyoruz. Haysiyetiyle oynanan yoksul insan; aç karnı için komşusuyla saç saça baş başa kavga ediyor.
Kameralar çekiyor, gazeteler yazıyor ve o adi hayırsever işadamı, belediye başkanı ve onun meclisteki temsilcileri gülüyor. Acı olan; böyle aşağılık bir uygulamaya maruz kalan teyzelerin, amcaların, ninelerin avuçlarını Tanrı’ya açıp şükretmeleri. Kapitalizm; şükür kültürüdür, sus payının dağıtıldığı düzendir… Ahlaksızlığın adıdır.
Bir başka dünya mümkün! Adı sosyalizm olan…
Daha fazlasını oku…
Sizlerden Gelen Yorumlar…