Başlangıç > ucnokta'dan > BÜTÜN SİYASİ PARTİLERİN GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLDİ…

BÜTÜN SİYASİ PARTİLERİN GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLDİ…


 Banu AvarBÜTÜN SİYASİ PARTİLERİN GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLDİ…

“AMERİKAN RÜYASININ CENAZESİ KALKACAK”
Banu AVAR ile Söyleşi...

Gazeteci Banu Avar, muhalif tavrından dolayı televizyon programlarına son verilince Türkiye’yi adım adım dolaşmaya başladı. Konferanslar vermek için bu yıl 105 il ve ilçeye gittiğini söyleyen Avar’ın konuşmalarını salonları tıklım tıklım dolduran her siyasi görüşten kalabalıklar dinliyor. Gazeteci ve yapımcı kimliği ile 17 Avrupa ülkesinin yanısıra, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerini dolaşarak bu kapsamda bir çok belgesel ve tv programına imza atan Avar, bugünlerde Suriye’deki gelişmeleri yakından izlediğini söylüyor. Avar’a göre Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada her şeyin yeniden biçimlendiği bu dönemde en çok dikkat edilmesi gereken konuların başında ‘sahte muhalefet’ kavramı geliyor. 1946’dan beri batının deli gömleğini giyen hükümetler gibi AKP iktidarına verilen sürenin de dolduğunu düşünen Banu Avar’la sahte muhalefetten 19 Mayıs yasaklarına, Suriye’de oynanan oyunlardan halkın sularına ve madenlerine el koyan küresel çetelere uzanan kapsamlı bir söyleşi yaptık. Suriye’de terörü ilk medya devlerinin başlattığını savunan Avar’a gore batılı güçler AKP’nin metal yorgunu olduğunu ve artık gitme zamanının geldiğini düşünüyor…

 

Sahte muhalefet kavramı üzerinden Türkiye’ye bakarsanız neler görüyorsunuz?

Sadece Türkiye’ye bakmak yeterli değil aslında. Çünkü küresel bir çeteden söz ediyoruz. Bütün dünyada bir ‘şekillendirme’ yapılıyor… Seçim adı altında kukla tiyatroları kuruluyor. Ekonomi dışa bağlı, siyaset yargı batının kıskacında. Anayasa’ya bile el atan dış güçler var. Federasyon konuşuluyor… Ve tüm bunlar iktidar ve sözüm ona muhalefet hep bir arada konuşuluyor!

Bunlar konuşulurken ulus devlet ortadan kaldırılacak, eyalet sistemine dayalı bir başkanlık sistemi getirilecek, özerk bölgeler ortaya çıkacak, bir milletin geleceğiyle varlığıyla oynanırken iktidar ve ‘muhalefet’ söylemleri arasında farklılık görülmüyor… Sadece aralarında güç kavgası yapıyorlar, ama aslında varlıkları birbirlerine dayanak sağlıyor.


Amerikalı siyaset bilimciler bu durumun ‘sistem’in nasıl işine geldiğini yazıp çizmişlerdi… Tek bir parti halk direnişiyle karşılaştığı zaman yıkılır. Ama ikili üçlü teşkilatlar kurar ve bunları birbirine yaslarsanız, o zaman bu yapılar halktan direnç geldiğinde birbirilerine yaslanırlar. Yani sistem içinde iktidar ve muhalefet birbirlerini ayakta tutar… Buradaki hassas durum halkın partiler arası dayanışmayı hissetmemesidir. Muhalefetin ‘sahteliği’ anlaşılırsa oyun bozulur… O zaman sistemin içine başka sanal muhalifler de oturtulur…

‘MEDYA VE SİVİL TOPLUM SAHTE MUHALEFET İÇİN ÇALIŞIYOR’

Topluma bir dönüşüm tiyatrosu mu sergilenmiş oluyor yani?

-Evet. Lampedusa’nın ünlü bir sözü vardır: Hiçbir şey değişmesin diye bir şeyler değişmeli!’ Sistem böyle işliyor… İktidara geçen her parti ‘sistem’ içinde kalacak şekilde oluşturulur… Partilerde yükselen kişiler seçilmiş değil, atanmış kişilerdir. Seçimler medya gücünü elinde tutan erkler tarafından şekillendirilir. O nedenle bir kukla tiyatrosudur… Halkı gerçekten temsil eden kimse Meclislere adım atamaz… Kazara giren olursa onlar da pasifize edilir ya da bir ikisi bağırsın diye bırakılır ki halk gerçek temsilcisi orada var zannetsin.

İktidar zorba yönetimiyle metal yorgunluğuna girip artık eteklerini toplayamaz hale gelince, birden bire karşınıza bir adam çıkarılır, gerekli şekilde allayıp pullanır. Halkın görmek duymak isteyeceği ne varsa söyletilir, ona göre giydirilir, yürütülür konuşturulur… Halk ona biat eder. Mıknatıs gibi bütün muhalif dalgayı tek bir kişi toplar. Bu aslında bir sisteme eklemlenmiş bir yapıdır. Ama siz ortada bir tane adam görürsünüz. Oysa arkasında koca bir ağ vardır… Bütün medya ve sivil toplum ağları onun için çalışır… Bu adamın arkasına kitleleri takarak fareli köyün kavalcısındaki gibi toplumsal muhalefeti yönlendirir, yanıltır, toplumun Sistem içinde kalarak oyalanmasını sağlar.

Bu çerçeveye uyan somut örnekler de var sanıyorum yakın zamanda…

-Birçok örnek var. Aslında biz insanlarla konuştuğumuz zaman çok samimiler. Örneğin Kemal Derviş geldiği zaman yakın çevremde bile ‘ne kadar düzgün bir adam. Her şeyi biliyor. Zaten batıyı da iyi biliyor, her şeyi ne kadar güzel halleder’ düşüncesine kapıldıklarını gördüm. O zaman birçok aydın Kemal Derviş’in Ecevit’in davetiyle 1977’de de geldiğini, küresel çetenin memurlarından biri olduğunu söyledi yazdı çizdi… Ama sesleri duyulmadı… Türkiye’ye bir ‘sessiz darbe’ yapıldı, bir gecede Türkiye’yi mahveden 15 yasa çıkarıldı fakat basın öyle bir algı tıkanması yarattı ki, dürüst gerçek aydınlar dışında yaygın medyadan hiç ses çıkmadı… Durumun vahameti halkta yankı bulmadı… Bu bir algı tıkanması, bir çeşit tamponlama, körleşmeydi.

‘TGB’NİN 19 MAYIS YÜRÜYÜŞÜ GÖRMEZDEN GELİNDİ’

Buradan 19 Mayıs’la ilgili yasaklamalar ve buna yönelik toplumsal reflekse gelelim dilerseniz. Siz de 19 Mayıs tarihinde Samsun’da bir toplantı yaptınız. Buradan hareketle son muhalif refleksi nasıl değerlendiriyorsunuz?

-19 Mayıs, 29 Ekim ve 23 Nisan gibi milli mücadeleyi temsil eden, geçmişte milli birlik ruhuyla her şeye karşın başlatılan savaşların anımsandığı bu özel günlere karşı bugünlerde bir savaş açıldı. Sözünü ettiğimiz sanal muhalefet burada çok önemli bir rol üslendi. Özellikle Amerika’nın demokrasi projecileri bu olayları çok dikkatle izliyor. Biz bunları sistemin belirli taraflarından biri olan grubun hazırladığı Wikileaks belgelerinden biliyoruz. Bu raporlarda tek tek liderlerin psikolojik durumları tahlil ediliyor. Ya da muhalif hareketlerle ilgili ayrıntılara yer veriliyor. Mesela son zamanlarda Şişli Belediye Başkanı’nın kendini ortaya atan , ‘sanal muhalefete’ örnek tavırları var. Şişli’deki 19 Mayıs etkinliği medya tarafından patlatıldı… Buna karşın birçok kentte gençlik örgütlerinin öğrencilerin halkın katılımıyla düzenlenen büyük çaplı kutlama ve etkinlikler göz ardı edildi, yaygın paylaşıma sokulmadı. Sanal muhalefet imalatı konusunda pek yetkin olan emperyal odaklar, bu gibi faaliyetleri yönlendirmek için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu konuya azami dikkat göstermek gerekmektedir. 

‘MUSTAFA SARIGÜL KUVVAYİ MİLLİYE ÖDÜLÜ DAĞITMIŞTI’ 

-Yükselen bir muhalefet dalgasını kontrol etme çabası mı bütün bunlar sizce?

– Küresel odaklar Gerçek Muhalefeti saptırmakla görevli. ‘Demokrasi Projesi’ bunun için devreye sokulmuştu. Bir olay geldi aklıma… Ergenekon tutuklamaları başlamadan önce 2006 yılında İstanbul Hilton Oteli’nde Kuvayi Milliye ödülleri verildi. Birçok isim arasında benim de adım vardı. Vedat Yenerer’in düzenlediği bir törendi… Salona girdiğimde ödülümü Mustafa Sarıgül’ün vereceği söylendi, reddettim.

Kuvvayi Milliye nedir? Sarıgül nerede durur? Kuvvayi Milliye adı nasıl kullanılır? Bu kullanım sonunda ortaya ne çıkar? Halkın kalbinde taşıdığı kahramanların örgütlerin adı kullanılarak başka işlerin adamları öne çıkartılıverir, bir güzel slogan birçok pisliği örtmek için kullanılabilir… Kendilerini solun temsilcisi gibi gösteren isimler ortaya çıkar. Söylemlerinin tümü emperyalist söylemlerdir. Geçen gün bunlardan biri bir kanalda saçmalıyordu: “Bugün artık keskin sınıfsal çatışmalar filan yoktur, bizim yapacağımız kapitalizmle uyum içinde birlikte çalışmanın yollarını bulmaktır” dedi…

 ‘PARTİLER İNSANLARI BÖLER, YEREL ÖRGÜTLER KURMALIYIZ’

-Halkın önemli bir kısmı ‘artık bıçak kemiğe dayandı’ safhasında, ama bir yandan da iktidarın yansıttığı başka bir fotoğraf var. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın birkaç gün önce yaptığı kürtaj açıklamaları, ülkeyi yeniden dizayn etme çabaları var. Ne diyorsunuz bu tartışmalara?

Bunlar bana zırva geliyor. Gündem kaydırma manevraları.. Kürtaj gibi bir konuyu ortaya atıp laik- Müslüman ayrımını derinleştirmek, toplumu daha fazla kutuplaştırmak, ekranları bu zırvalarla kaplamak. Amaç bu… Kürtaj konuşulurken, ulus devleti yok eden yasalar sessiz sedasız çıkarılıyor. Türkiye’nin bekasını ilgilendiren konularda kararlar alınıyor. Ve kimsenin bunlardan haberi olmuyor. Biraz önce konuştuğumuz konu: sanal bir muhalefet için çiğnenecek sakızlar önceden belirleniyor, masaya konuyor. Ve hesapları yapan Atlantik ötesi, konuları belirleyen de. Varolan partilerin hiçbiri Türkiye’deki gerçek muhalif sesleri temsil etmiyor. 200 günde 105 yerde halkla kucaklaştım. Halkın gündemini takip eden parti yok. Meclistekilerin kendi gündemi var. Onu dayatıyorlar. Osmanlı döneminde de böyle değil miydi? Bir sürü parti vardı. Hepsi aynı odaklarla içli dışlıydı. Sistemin gereği bu. Örgüt deyince herkesin aklına bir siyasi parti gelmeliydi. Siyasi partiler de sistemle uyumlu olmalıydı. Böylece her örgüt denetimde kalmalıydı. Birileri ‘Örgütsüz olur mu’ derken  ‘Atatürk’ün yol haritasını inceleyin!’ diyorum. Kaynak Yayınları’ndan müthiş bir çalışma yayınlandı: Atatürk’ün Bütün eserleri. Dikkatle incelenmeli. Çünkü 1918’den 1923’e kadar Anadolu’da hiç parti yoktu. Bu Anadolu ihtilali sürecidir. Sivas ve Erzurum kongre kayıtlarında gayet güzel görüleceği gibi, “aman bir parti kuralım” diyen İttihat ve Terakki’ye Atatürk, “hayır parti olmayacak” demiştir. Örgütlenme Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetlerince, işin içinde siyasi parti bölünmesi olmadan gerçekleşmiştir. Çünkü çamurlu zeminde parti olmaz. Kurtuluş dönemindeki örgütlenme çığ gibi büyümüş ve her cenahtan insanı kucaklamıştır. Hem dini hassasiyetini öne çıkaran gruplar, hem Türkçüler, hem de solu kapsayan ortak platformlar ortaya çıkmıştır… Şimdi bu ülke için samimi olarak bir şey yapmak isteyen insanlarında en çok karşılaştığımız durum, ‘bir lidere ihtiyaç var, lidersiz hiç bir şey yapamayız’ vurgusu. Lider için de bir partiye dâhil olma duygusu. Bir partiye dâhil olan ‘muhalif’ kanada aktığınızda bir kısmı iktidarla aynı odaklara hizmet ediyor haberi yok, bir kısmı da bir varlık gösteremiyor, halk tarafından benimsenmiyor, dar bir çevrede sıkışmış olarak yaşayabiliyor… Demek ki burada ‘olmayan’ bir şey var. Bu gerçeği gördüğümüz zaman sorunun üstesinden gelebiliriz. Toplumsal muhalefet üretmek için ortak platformlar kurulmalı diye düşünüyorum. Yani biz Kaş’ta ya da Isparta’da; her neredeysek orada yerel birlikler oluşturmalıyız ve bu birliktelikler milli ve ulusal olan herkesi kucaklamalı.

-Bir nevi ‘Şüra’ örgütlenmesi gibi mi?

-Evet. Aynen öyle. Atatürk de bunu yapmıştır. O dönemden de bir sürü örnekler veriyorum yaptığım konuşmalarda. “Bunun yapılabilmesi için kendi görevini kendin belirle bir defa. Ayrıca senin gibi düşünen birçok insan olduğunu asla unutma. Ama birilerinden emir alarak yola çıkmak yerine önce sen ne yapabilirsin bunu tanımla. Bu şekilde kendi bulunduğun yerde birlik oluşturmaya çalış. Bir lider aramak yerine her biriniz birer öncülük gösterin ve bu şekilde kendi yörenizin sorunlarına sahip çıkın. Özellikle derdi olan, bıçağı boğazında hisseden kitleyle kucaklaşın. Tarım ve sanayii işçilerinden tutun memuruna esnafına kadar temaslar kurarak somut sorunlar üzerinden bir birliktelik oluşturmaya çalışmalı diyorum. Önümüzde bir örnek var… Bu geçmişte böyle olmuştur. Bunu en iyi bilen millet biziz. ” diyorum ben.

‘POPSTAR BİR ALDATMACADIR, KABUL ETMİYORUM’

-Burada bir parantez açmak istiyorum. Ben sizi uzun süredir izliyorum. TRT sürecinin ardından Anadolu kentlerine daha çok temas etmeye başladınız. Bir anlamda söyleşiler için gittiğiniz yerlerde adeta ‘popstar’lar gibi karşılanıyorsunuz…

-Popstar! Bana mı bu yakıştırmayı yapıyorsun..? Ortada epeyce siyasi popstar var… Popstar nedir? Bir aldatmaca, yanıltmacadır. Böyle bir tanım beni sevenleri aşağılamak olur.

 -Aslında konuştuğunuz kitle, moda tabirle her iki kişiden birine tekabül ediyor. Bu anlamda sizi bir popstar gibi sevgi gösterileriyle karşılayan insanlar oluyor ama yeterince meramınızı o insanlara anlatabiliyor musunuz? Benim asıl sormak istediğim bu…

– Meramımı gayet rahat anlatıyorum ve gayet kolay anlaşılıyorum. Çobandan profesöre her kesimden insanla bir araya geliyorum ve açıkçası hiç okuma yazma bilmeyenlerle daha çabuk iletişime girebiliyorum. Onlar durumun daha farkında ve kafaları daha berrak… Belki de eğitim sistemimizin beyin yıkama sistemlerinden uzak kaldıkları için böyledir… Facebook’da Türkiye’nin her yerinden 400 bini aşkın takipçim var. Bu en çok satan gazeteninkine eşit bir tiraj. Gittiğim yerlerde kucaklaştığım insanlar arasında her partiden kişi var, her sınıftan insan var. Kapalısı açığı, öğrencisi işadamı, köylüsü, kentlisi, bu insanlar genellikle benim kitaplarımı okumuş, belgesellerimi izlemiş, Atilla İlhan’ı, Mustafa Yıldırım’ı, Yılmaz Dikbaş’ı bilen insanlar Aralarında AKP’ye oy vermiş olanlar da, hiçbir partiye rağbet etmeyenler de var. Bu kitle durumdan memnun olmayan, ülkedeki gidişat konusunda ciddi endişe taşıyan insanlar. Bunlar ‘popstar’ peşinde koşacak, yalancı balonlara kanacak vasıfta insanlar değil… Mesela bu yıl 103 yerde konuşma yaptım; tekrarlayayım: halkın özellikle yüksek eğitim almamış, hatta belki liseye bile gitmemiş, hatta bazen okuma yazması olmayan insanların bilinç düzeyinin son derece yüksek olduğunu gözledim. Durumu gayet güzel tahlil edebiliyor, sonuçlarını görebiliyorlar. Aralarında CHP’li, de Has Partili de Saadet Partili de var. Ülkü Ocaklı, solcu, komünist, ADD üyesi; Türk Ocaklı, ilahiyatçı herkes toplantılara geliyor.

-Peki sonuç sandığa neden yansımıyor size göre?

-Bu insanlar var olan partilere, CHP’ye de, AKP’ye de MHP’ye de güvenmiyorlar…

‘TÜRKİYE FEDERASYON HALİNE GETİRİLİYOR’

-Ancak iktidar partisine göre her iki kişiden biri CHP’li, tuzu kuru orta sınıfı temsil ediyor. Ve iktidar hala bu insanlar yüzünden bir türlü muktedir olamadığı duygusunu işliyor. Bir anlamda mağduriyet edebiyatı yaparak oy toplamayı sürdürüyor. Başbakan sürekli gündemde tutulan bu algı üzerinden öfke kusuyor. Başbakan’a göre sizin konferanslarınızı takip eden kitle Türkiye’yi temsil etmiyor…

-Eğer Başbakan böyle bir şey söylüyorsa o zaman bütünüyle halka karşı demektir. Millet hızla giden bir arabada olduğunu biliyor. Türkiye’nin eyaletleşmesi yolunda atılacak adımlar neredeyse sona geldi. Belediyeler, kalkınma ajansları, adalet sarayları ve okullarıyla federasyon haline getiriliyoruz. Şimdi bir tek bunun ilan edilmesi kaldı. Bunu görenlerin çok az sayıda olduğunu sanıyorlarsa aldanıyorlar. İnsanlar bunu görüyor. Binlerce memur yürüyor, gençlik yürüyor. Öte yandan şu ana kadar sesi çıkmayan öğretmen sendikalarının beşi birden bir araya gelerek yürüyor. Yani bir ‘yeter artık’ hali var toplumda. Türkiye’de bizi yönetenler buna dikkat etmeyebilir, bu ayrı konu. Ama bize yol haritası veren birileri durumun farkında… “burada bir taşma durumu var” diyorlar. Eğer bu taşma durumu bu şekilde devam ederse insanlar bir gün patlama noktasına gelecek. Adamlar bunu gayet iyi biliyor. O zaman bunu engellemenin yolu geçmişte yapıldığı gibi “bu hükümet artık metal yorgunu oldu kullanım zamanı geçti, bir değişim gerek… “ diyorlar. Bunu ana muhalefette lider değişikliği ile düşünmüşlerdi. Ancak bu değişiklik ABD’nin beklentilerini karşılayacak yeterlilikte olmadı.

-Neden yeterli olmadı?

-Toplum ikna edilemedi. Çünkü Wikileaks ve sızdırılan diğer belgelerde iktidarla muhalefetin aynı odaktan yönlendirildiğini gördü toplum. Kod adı 705’leri Soros çocuklarının iktidar ve muhalefette aynı anda rol üstlendikleri görüldü… AKP kadar CHP’nin de ABD AB muhibi olduğu izlenerek anlaşıldı… CHP’li milletvekiline büyükelçinin evinde verilen resepsiyon, oraya koşarak gidip yüz sürenler görüldü… PKK yakınlaşmalarına şahit olundu. Pavey’in eli kanlı Hillary Clinton’dan gülücüklerle aldığı ‘Cesur Kadın ödülü’ ortada… Partili partisiz bu millet Atatürk’ün partisinin kimlere teslim edildiğini görecek zekada çok şükür.

‘TÜM PARTİLERİN GENETİĞİ İLE OYNANDI’

-Bu dönemde yeniden benzeri bir lider arayışı var mı size göre?

– Olmaz mı… Yeni yepyeni bir kavalcı gerek. Yoksa küresel çete ne yapar. Toplumdaki direnç noktalarını yakalayıp insanları yönlendirebilecek bir lider arayışı var. Sivil toplum örgütlerini dikkatle izliyorlar. Amerikan istihbaratından haberlere sızan detaylı profil çalışmalarına bakın. Kimin ne kapasitede olduğu, hırsları, kibirleri ve korkuları raporlara yansıyor. Kim ne yapmak üzere kiralanabilir, satın alınabilir araştırıyor, hedefi bulunca harekete geçiyorlar. Hiç ummadığınız insanlar olabilir bunlar. Yeni bir liderlik için sıkı çalıştıkları ortada. Ayrıca emperyal odaklar arasında da çatışma var. Üçüncü bir dünya paylaşımı yapılıyor ve kendi arasında çelişkiler yaşayan küresel sermayenin Türkiye içinde arka çıktığı kanatlar da farklılık gösteriyor. İktidar yorgunu partiye ağır saldırılar her gün batı basınında yer alıyor. Bir grup Suriye konusunda birden bire Beşar Esad’ın El Kaide ile çarpıştığını yazdı ve Erdoğan’ı,       uluslararası camia’nın terör örgütü olarak kabul ettiği bir yapılanmaya destek vermekle suçladı, mesela… em İngiltere’de hem de ABD’de, ‘Eğer Türkiye’deki iktidar onlara silah ve para yardımı yapıyorsa, cezai yaptırım uygulamalıyız’ mealinde yazılar yayınlanıyor. Bütün bu senaryoları bu hükümetin önüne koyan onlardı ama şimdi oyun kuralları değişiyor… Obama’nın akıl hocası Brzezinski, ‘Türklere güvenemeyiz, Suriye’ye de giremeyiz’ diye France 24 kanalına açıklama yapıyor. Dünya krizinin ağababaları bugün güvenip arkasında durduğu adamları yarın deliğe süpürüyor. Dolayısıyla çok değişken bir gündem içindeyiz. Birbiriyle çarpışan küresel sermaye gruplardan biri bu duruma göz yummayacaklarını söylüyor, diğeri de iktidarın üstüne yıkacağız diyor. Bu ne demek, ‘bu artık yönetemiyor’demek. Türkiye hedef tahtası ama kendini batının adamı zannediyor… Avrasya’nın kilidi diye niteleniyor. Bu ne demek? Kilit kırılmadan Avrasya’ya giremeyiz diyor dünya sermayesi… Türkiye’yi yönetenler bunu iltifat zannedip padişahlık ilan ediyor. Ayrıca Türkiye yönetimini elinde tutan bir cenah birlikte yola çıktığı diğer cenaha karşı da sinsi oyunlar oynuyor… Karışık bir dönem vesselam…

 

‘TÜRKİYE’DEKİ SİNİR YOĞUNLAŞMASI YUMUŞAK BİTMEYECEK’

-Başbakan Erdoğan’ın öfkesi bununla mı ilgili?

-Ayağının altındaki zeminin kaydığını anlamayacak değil ya. O da gün gün değişimi görüyor. İçerdeki çelişki ve çatışmaları kaygıyla izliyor. BDP’ye karşı söylemlerini sertleştirirken Abdullah Gül BDP yi önemli aktör olarak niteleyiveriyor. Suriye konusunda uluslararası camia’nın kendisini yalnız bıraktığını anlatan beyanatlar veriyor. Tayyip bey ABDli muhafazakarlarla ilişkiyi geliştirirken Abdullah Gül bey Bilderberg’in kurucularından Prens Bernard’ın kızı olan Holanda Kraliçesi Beatrix ve İngiliz kraliçesinden ödül alıyor. İktidar odakları arasındaki odak farkı iç politikaya da yansıyor. Bu çarpışma, beceriksizlikler arttıkça daha da derinleşecek gibi görünüyor. Suriye’deki gelişmeler ve Türkiye’deki baskıcı politikanın tavan yapması, yüzlerce asker ve gazetecinin cezaevinde tutulması, ekonomik durumun dışardan gelen sıcak borçla idareyi maslahat edilmesi, her kesimden mağdurların sayısının roket hızıyla artması Türkiye’deki ‘sinir yoğunlaşması’nı had safhaya çıkardı. Bunun sonu yumuşak bir çözüme gidecek gibi görünmüyor.

-Size göre Tayip Erdoğan liderliğindeki AKP böyle bir çöküş mü yaşayacak?

-Şimdi iktidara çok yakın olan gazetecilerin yazılarına filan bakıyorum. Anladığım kadarıyla içeride de zaten bir grup insan AKP’nin zirveden iniş yoluna girmesiyle bir ayrışma hareketi içinde. Hiç bir çıkış inişsiz değildir malum. AKP, Küresel güçlerin zirve teşkilatı Dış İlişkiler Konseyi (CFR)’den gelen memorandumla yurt dışında kurulmuş bir partidir. Bunu Gazeteci Arslan Bulut bir yazısında bütünüyle yayınladı. CFR’nin bir lobi şirketi üzerinden Tayyip Erdoğan’a gönderdiği gizli mektupta, ‘Yerel yönetimlere özerklik vereceksin, federasyonu kabul edeceksin,’ diyerek bugün bölücü örgütlerin taleplerini içeren bir tüzüğe sahip olduğunu açıklamıştı.

AKP ayrıca küresel odakların Ortadoğu’da jandarmalık görevi verdiği model rol üstlenmesini istediği bir parti. Aldığı görevleri ne oranda yerine getirebildi, İsa’ya yaranırken, Musa ne diyor, bunlara bakmak lazım.

Bir yandan da baktığımızda Fas’tan Mısır’a bütün Arap baharı ülkelerinin hepsinde ‘Adalet ve kalkınma hareketleri’- partileri var. Hepsinin ortak özelliği logolarının ampul ya da gaz lambası olması. Kısacası formatlanmış bir hareketle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor.. Birileri bir zaman diliminde formatladıkları oluşumu, yeni bir zaman diliminde gereksiz bulabilir ya da yeni bir formata ihtiyaç duyabilirler. Bazı jeostratejistler 2001 yılından beri üçüncü bir dünya/ paylaşım savaşı içinde olduğumuzu yazıyor. Çok cepheli operasyonlar, asimetrik savaşlar süre giderken, küresel odaklar pay kapma davasındayken varacağı noktayı önceden kestirmek hayli güç. Bütün bunlara bağlı olarak da emperyalistlerin Türkiye’deki oyunu değişimler gösterecektir. Öte yandan Türkiye’nin kendi iç dinamikleri ve şu an sessiz duran ama sessizce kaynayan kendi gerçek muhalefeti vardır.

-Bir yandan böyle bir gerçek olduğuna dair işaretler ortaya çıkarken diğer yandan da hükümetin bakanları büyüme ve istikrar rakamları açıklıyorlar. Başbakan uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına kendince ağzının payını veriyor ve halka her şeyin yolunda olduğuna dair bir tablo sunuluyor…

-Acaba halk yani sayın başbakanın yakın çevresi ve o çevrelerle yakın temasları olan çevreler dışında kalanlar bu beyanları inandırıcı buluyor mu? Mesele bu.

‘DÜNYADAKİ DEVLET SAYISININ BİN OLMASINI İSTİYORLAR’

Sizin gördüğünüzü iktidar üyeleri ve Başbakan’ın görmemesi mümkün mü?

-Görebilir. Ne yapacak peki? Aynı şekilde gitmek zorunda. Çünkü bu bir kıskaç… Attila İlhan deyişiyle Batının Deli Gömleği. Bu gömleği giydiniz mi eliniz kolunuz bağlanır… Başa gelen batıya biat etmiş, yol haritasını oradan alan her hükümet aynı kıskaç içinde hareket etti. Küresel güçler, Türkiye’ye “Biz sana 1991’de Avrupa Yerel Yönetimler şartnamesini, 2003’de ikiz yasaları, 2006’da ise Bölgesel kalkınma için gerekli yasaları imzalattık. Bu çerçevede bir yol haritası çizdik. Bu yol haritasına göre Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesi, yeni bir anayasa ile Türklüğün kaldırılması, Türk milletinin yerini etnik bazda kurulmuş her an kavgaya hazır küçük derebeyliklerin almasını planladık” diyecekler. Birinci Dünya Savaşı’nda 50 olan devlet sayısı, İkinci Dünya Savaşı’nda 100 oldu, şu anda bu sayı 194. Rockefeller bir konuşmasında yakın gelecekte bu sayının 1000’e sonra 5000 ülkeye çıkacağını söylemişti. Dünya sermayesinin yarısından çoğunu elinde tutan batılı çete başları Türkiye yönetimine diyor ki: “Doğal kaynaklarım giderek azalıyor Gıda, Su ve madenler konusunda tekel olmam gerekiyor. Bor çok önemli benim için. Geleceğin yakıtı. Türkiye Bor madeninde tüm dünya rezervlerinin yüzde 76’sına sahip. Avrasya’nın kapısında duruyorsun yani büyük zenginlerin vatanı Avrasya’nın kilidi konumundasın… Müthiş bir ordun var. Bu ordunun benim çıkarlarım doğrultusunda Avrasya’nın kapısından içerilere gitmesi için kullanılması lazım. Bunun için de bu ordunun tamamen Amerikan ordusu, NATO ordusu haline dönüştürülmesi gerekiyor. Tüm bunlar olurken, halkının sessiz, tepkisiz kalması için gerek eğitimin gerek diğer toplum hipnoz operasyonlarının önü açılmalı, muhalefet susmalı..Bütün bunlar için sana bir süre tanıdık ama benim zamanım doldu. Şimdi harekete geçme zamanı…” diyorlar. Ve tüm bunları derken tıpkı 1. ve 2. Dünya savaşlarında olduğu gibi kendi aralarında da gırtlaklaşıyorlar…

‘HÜKÜMETİN SONU DA 1946’DAN SONRAKİLERE BENZER OLACAK’

-Ortadoğu’daki dönüşümle ilgisi nedir söylediklerinizin?

-Suriye, Bahreyn, Yemen ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri bölüp küçültmeyi sonra her bir parçanın küresel bankerlerin doğrudan denetimi altına girmesini planlıyorlar… Ama farklı kanatlar arasında paylaşım kavgası da var. Kan Sınırları adlı Stratfor haritasında da görüleceği üzere Suudi Arabistan içinde beş, İran ve Suriye içinden dört devlet çıkarmayı öngörüyorlar. Yemen ikiye bölündü. Libya 3 devlet olarak planlanıyor. Mısır bu sınırlarda kalmayacak. Irak zaten 3 devlet olarak şekillendiriliyor. Peki ya Türkiye. Türkiye’ye “önce sen benim jandarmam ol, pis işlerimi hallet, bölgede benim adıma dayılan, işin bitince aynı kaderi paylaşacaksın’ diyorlar. Benzer operasyonları yıllardır yapıyorlar. Örtülü operasyonlar, darbeler planlıyorlar, adamlarını belirleyip başa geçiriyor sonra kafese sokuyorlar… Mesela CFR’nimn kalbinde oturan eski Türkiye büyükelçisi Morton Abromowitz, Tayyip Bey iktidara gelirken kendisine en çok destek veren isimlerin başında gelir. Şimdi Wall Street Journal’da alyhine bir sürü makale kaleme alıyor. İktidar da tüm bu politik keşmekeş arasında batılı ‘ağabeylerini’ koklayarak iz bulmaya uğraşıyor. Hem onlara yaranmaya çalışıp onların verdiği yol haritalarını kullanarak, hem de aynı zamanda ülkeyi sessiz bir şekilde idare etmeye çalışıyor… Aynı zamanda yol haritasını veren odaklar tarafından hedefe konulduğunu da görüyor. İşte bu, Atilla İlhan’ın deyimiyle ‘batının deli gömleği’dir. Batı, gömleği giydirir, “bunları bunları yapacaksın” der. Bunları yapmaya başladığın zaman altından toprak kayar, halk giderek çığırından çıkar ve bağlı olduğun odaklar yerine yeni figüranlar düşünmeye başlar. 1946’dan bu yana batının deli gömleğinin içine girmiş bütün hükümetler gibi bu hükümet de benzer bir debelenmeyle karşı karşıya. Bunun ilacı Atatürk yoludur. Tam bağımsızlık diyen bir lider yedi düveli dize getirmiştir. Sonra gelenler yine batının deli gömleğine girivermişlerdir.

‘DAVUTOĞLU ‘SIFIR BARIŞ ‘ POZİSYONUNDA…’

 -Özellikle İslamcı camia tarafından büyük beklentiler içinde Dışişleri koltuğuna oturtulan Ahmet Davutoğlu ile birlikte komşularla sıfır sorun politikasından neredeyse komşularıyla düşman olan bir ülke konumuna geçildi. Ortadoğu’yu yakından izleyen bir gazeteci olarak bunu nasıl yorumluyorsunuz?

– Davutoğlu “sıfır sorun” dedi ve Atatürk’ün politikalarını gösterdi. Atatürk’ün dış politikası üç ayak üzerine oturmuştu. Birinci ayak SSCB ile dostluk anlaşmasıydı, arkasını sağlama almak istemiştir. Sadabat ve Balkan Paktı gibi oluşumlarda diğer iki ayaktır. Balkan Paktı ile Hitler’e set çekilmiştir. Sadabat Paktı ile de İran, Irak, Türkiye ve Afganistan bir araya gelmiştir. Türkiye tüm çevre coğrafyada müttefiklerle sarılmıştır… Ve ‘sıfır sorunlu’dur. Bu söylem o nedenle millette hemen yankı bulmuştur. “Evet, bu doğru politika, komşularımızla el ele verelim ve barış ortamında yaşayalım ve kendimizi de koruma fırsatı bulalım” diye düşündü insanlar. Ama batının politikaları gereği sıfır sorundan sıfır barış konumuna geçilmiştir. “önce sınırlarınızdaki mayınları temizleyin, Suriye ile sınırı açın’ dediler, sonra açık kapıdan örtülü operasyonlar için gerekli timleri rahatça bölgede oynattılar. Bir yıl sonra ne sıfır sorun kaldı, ne dostluk, ne ortak parlamento toplantıları ve ticaret!

-Başbakan Erdoğan’ın bu kaos öncesi Esad’la verdiği sarmaş dolaş pozlar bunun mizanseni miydi?

-Evet. Tam bir mizansendi. ABD’nin yol haritası izlendi ve burundan kaosa girildi.

 -Davos çıkışı sonrasında Erdoğan’ın posterleri Ortadoğu sokaklarında dolaştırıldı…

-Bir de bu tarafı var tabii. Sen model ol bütün Ortadoğu halkları da “vay be ne efe adam” desinler. “Çık kendi söylemini kabul ettir. Osmanlı’yı canlandır… Halifeliğini ilan et!’  dediler… Söylem bizim değil Amerika’nındı. Ama onun lafı bölgede geçmiyor ve nefret topluyor. Atatürk Türkiye’si ise tüm bu ülke halklarının sevgilisiydi. Bunu kullanarak ilerleme taktiğiydi. Ama o taktik de işlemedi. Önce iltifat edenler, örtülü operatörlerle işbirliği yapan Türkiye yönetimine kahretti.

‘TAHRİRDEN SONRA SADECE PETROL ŞİRKETLERİ DEĞİŞTİ’

-Tahrir eylemlerine kadar hava böyleydi ama sonrasında değişti sanırım…

-Aslında Tahrir eylemlerinde de sürdü bu hava. Tahrir eylemlerinden sonra Davutoğlu Mısır’a gittiği zaman hiç de hoş karşılanmadı. Çünkü Tahrir eylemleri için de ABD bir açıklama yaptı. Esma Mahfuz, Vail Gonim veAhmed Maher; Mısır’daki Tahrir olaylarında öncülük yapan, İvan Marovicve Soroscu örgüt Otpor’u takip eden bu kişilerin hepsine Katar’da Amerika tarafından madalya takıldı ve “beş yıllık çalışmalarınız için teşekkür ediyoruz, çok iyi iş çıkardınız” denildi. Tahrir’in ardından gelinen durumda Mısır halkının durumunda en ufak bir düzelme olmadı. Tam aksine İhvancılar ortaya fırladı. Bu bir imalattı. Burada bir turuncu darbe imalatı yapıldı. Libya’da ise daha da kanlı bir işgal operasyonu gerçekleştirildi. Libya doğal gazını o güne kadar Chevron ve Exon sömürüyordu, bugün gaza BP ve Shell ve Total el koyuyor. Küresel güç odakları paylaşım kavgasına girdiler ve sömürü el değiştirdi.

-NTV’den Rıdvan Akar operasyonlar sonrasında Libya’daki gençlerle konuşmuştu ve elinde gitar olan gençler “eskiden özgürce müzik yapamıyorduk şimdi demokrasi var özgürce müzik yapabiliyoruz” diyorlardı. Bütün bu dökülen kanların, yağdırılan bombaların gençlerin rahatça müzik yapabilmesine indirgenmesi ne anlama geliyor?

Ben de İran’da bir belgesel çekmiştim. Burada da birebir aynı şey olmuştu. Bir üniversitenin önünde gençlerle röportaj yapıyordum. Öğrencilere İran hükümetine eleştirilerinin ne olduğunu sormuştum, benzer şeyler söylediler. Hatta bir tanesi “ben bir şarkıcıyım, ama özgürce şarkı söyleyemiyorum. Kızlarla dolaşmak istiyorum ama böyle bir imkânım yok” demişti. Söylemler bir odaktan verili gibi. Bunları söyleyen genci karşıdan karşıya geçerken izleyen kamera, genç bir kızla el ele karşıya geçtiği görüntüleri yakaladı… Kameraman arkadaşım buna çok gülmüştü. İran’da batılı yaşam tarzına özenen bir grup üniversiteli, akademisyen, siyasi figür, sivil toplumcu Sorosvari eylemlerle ortada. Öte yandan İran’ın kendi çelişkileri, mollaların kuralları, azınlıklar çatışması Türkmenleri durumu ve bunu kullanan odaklar var…

 -Romanya’da Çavuşesku’yu devirirlerken de benzeri görüntüler servis edilmişti. Özgürlüğü, Cola ve Çikita muz sallayarak CNN ekranlarından dünyaya göstermişlerdi…

-Evet. Oysa ‘diktatör gitti’ diye manşet atılan Çavuşesku döneminde, Romanya en sağlam ekonomiye sahipti. Ülkenin neredeyse hiç borcu yoktu. Bu da işin başka bir tarafı. Şimdi ise Romanya siyasetinden askeriyesine, eğitiminden kültürüne ‘hiç’ seviyesine indirgendi ve borç batağında.

MUHABİR HANIM SURİYE’DE KAN GÖSTERİP ‘PATRON BÖLYE İSTİYOR’ DEDİ

-Suriye’den gelen haberlerde de benzer bir içerik göze çarpıyor değil mi?

-Biliyorsun biz geçen yaz başında Sam Üniversitesi’nden tarih profesörü Mehmet Yuva’nın başında bulunduğu Türkiye- Suriye Dostluk Grubu’nun davetiyle Suriye’ye gittik… Saadet Partisi, CHP ve MHP, İP gibi partilerden isimler, siyasiler, gazeteciler de vardı heyette. Medya yalanları boyutunu gözlerimizle gördük. Hama’ya geldiğimizde namaz vakti gelmişti ve gruptan eski Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu Bey, bombalarla yıkılmış yapılardan birinin girişinde namaz kılmak istedi. Çok kısa süre sonra İsmail Bey, sinir içinde geldi. Gruptaki Habertürk muhabiri hanım, İsmail Bey’in namaz kıldığı yerin önünde canlı yayına bağlanmış “burası kan gölü gibi. Binlerce kişi sokaklara dökülmüş durumda. Bombalar havada uçuşuyor’ mealinde yayın yapmış. İsmail Bey namazı bırakıp “kızım Allah’tan kork. Biz sabahtan beri buradayız böyle bir durum görmedik hiç. Bunları nasıl uyduruyorsun” diye çıkışınca da “patronum böyle istiyor” diye yanıtlamış. Benim de tanıklarından biri olduğum bu gibi birçok hadise her yerde anlatıldı. Suriye konusu haber tarihinde medya operasyonu olarak kayda geçecektir. Uluslararası medya ve Türkiye’deki uzantıları müthiş bir yalan operasyonu üzerinden bir olayı pişirmeye başladılar. Arabiya, El Cezire, BBC CNN, dünya medya devleri Suriye’de terörü ilk başlatanlar olarak medya tarihine geçti.

‘LANETLİ BİR COĞRAFYADAYIZ, ÇOK DİKKATLİ OLMALIYIZ’

-Bu yalan operasyonuna karşı insanlar ne yapabilirler size göre?

-İnsanlarımız şimdi “zaten akşama kadar cinnet içinde yaşıyoruz, akşam eve gelince rahatlamak adına Hürrem’i, Survivor’ı, maçları, moda, izdivaç vs programlarını izliyoruz..” diyorlar. Tüm dünya medyalarını bir anda saran ve aptallaştırıcı etkisi gözle görülür olan tv programlarının küresel boyutu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Survivor formatının sahipleriyle ilgili bir yazım var. Okusunlar, arkasında nasıl bir ağ var görsünler. Güle oynaya bir adaya giden bir grup arkadaş, 3 ayın sonunda birbirinden nefret eder, birbirinin kuyusunu kazar hale getiriliyor.. Arkadaşına ihanet etmek, dedikodu yapmak kendini kurtarmak için başkasına çukur açmak olağanlaştırılıyor. Ödüllerde kazanan New York’a ya batı kültürüne özendirecek bir sahne gösterisine götürülüyor. Bu insanları kendi bireysel çıkarları için arkadaşlarını harcamayı, yok etmeyi öne çıkaran bir formatlama. Açlıkla terbiye edilen ve ‘ben ben ben’ diyen bir ego savaşı özendiriliyor. Doğu toplumlarında ‘ben arkadaşım için canımı veririm’ anlayışı vardır. Birisi açsa sen burada oturduğun zaman vicdan azabı duyarsın. Biz başka türlü değerlerle yetişmiş bir toplumuz. İşte tüm bu değerler Survivor ya da benzeri birçok programla, bilgisayar oyunlarıyla, filmlerle müzikle vs erozyona uğruyor. ‘Eğlenmeyecek miyiz!’ diye itiraz edenlere sözüm şu: Zehir en kolay, lezzetli bir yiyecek içinde takdim edilir. İçinde bulunduğumuz dönem ve coğrafya ‘lanetli’dir… Bu lanet, ancak çok bilinçli bireylerin etraflarına ışık saçmasıyla yok edilecektir… 

_____ 2. Bölüm
Gazeteci Banu Avar’la yaptığımız kapsamlı söyleşinin ikinci bölümünde dünyayı gıda kontrolü sağlayarak yönetmek arzusunda olan küresel aktörlerin, kendi tohumlarından ürettiği sebzeleri satamaz hale gelen Türk köylüsü üzerindeki somut etkilerini ele aldık. Halkın cinnet aşamasında bocaladığını savunan Avar, siyasilerin milletin iradesini meclise yansıtamadığını söylüyor. Çalıştığı televizyon kanalından patronun iş ilişkileri ya da batılı büyükelçiliklerin müdahalesi sonucu kovulduğunu anlatan Avar, Türkiye’deki medyanın da küresel medya tekellerini yönetenlerin çıkarları doğrultusunda bir yol izlediğini öne sürüyor.Wall Street eylemlerinin, Amerikan orta sınıfının elindeki paralara el koymak için vergi vermeyen zenginlerin oyunu olduğu görüşünde olan Avar, “Zucotti park’da İvan Marovic’in konuşmasının ardından sokaklara dökülüp de Anonymous maskelerini taktıkları anda bakıyorum, arkalarında Amerika’nın en zengin adamlarından Buffet var” diyor ve ekliyor: “yakında onlar da bankerlerin gadrine uğrayacak… Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!”
Siyasetten hiçbir beklentinizin kalmadığını söylüyorsunuz sıklıkla. Bunu biraz açar mısınız?
-Siyasetten değil, bugünkü siyasi partilerden. Ben 57 yaşındayım ve bilmem kaç yıldır oy kullanıyorum. 1946’dan beri de Türkiye’de oy kullanılıyor… Çok partili sistemle ‘demokrasi’ye geçildiği ifade ediliyor.. O zaman sormak lazım. Siyasi partiler neyi kimi temsil eder. Siyasi partiler toplumdaki farklı sınıfların temsilcisi olarak meclise girerler ve farklı kesimlerin çıkarını temsil ederler. Türkiye de farklı sınıfların mesela işçi sınıfının, köylülerin, memurların çıkarını temsil eden parti hangisi, emekçi kesimi kim temsil ediyor.. İşte bu sorunun sorulması gerek. Benim gördüğüm kadarıyla tüm partiler sermayenin yanında konuşlanmış.. Biri A biri B partisi ama aralarında fark yok.
Biri sermayeyi, küreseli savunurken diğeri, tam bağımsızlığı ulus devleti savunuyor mu? Hayır… NATO’ya girerken CHP’de Demokrat Parti de fikir birliği içinde. Gümrük Birliği AB boyunduruğu konusunda hangi partiden farklı ses çıkıyor? Özelleşme konusunda iktidara muhalif parti hangisi? ABD ilişkileri konusunda muhalefet hani?
Eğer halkın azim ve iradesi meclise yansısa bu tablo böyle olmazdı. Böyle bir durumda bir yılda bu tablo tersine dönerdi. Çünkü bu kurtuluş savaşında olmuş. Yakın zaman önce Venezüella’da da olmuş. Ben gidip gördüm Venezüella’yı, altı yıl içinde birçok şey düzeltilmiş. Dışa peşkeş çekilen kaynaklar geri alınmış, anlaşmalar iptal edilmiş, halka refah sağlanmış, gelirler bölüşülmüş, parasız eğitim ve sağlık hakkı geri gelmiş… Demek ki olabiliyor. Eğer olamıyorsa burada başka bir durum var demektir. Bu durumda meclise girenler halkı bir anlamda aldatarak, “oraya gidip de ben senin çıkarlarını koruyacağım” diyenler, milletin iradesini meclise yansıtamıyor. Benim geldiğim nokta bu. Yansıtabilseydi böyle olmazdı diye düşünüyorum.
‘EKONOMİK BAĞIMSIZLIĞINIZ YOKSA DEMOKRASİ DE OLMAZ’
Demokrasi kavramını nereye oturtuyorsunuz peki?
Geçek bir demokrasi hepimizin rüyası. Atatürk gerçek demokrasiyi ‘ekonomik bağımsızlık’ olarak tarif ediyor. Eğer bir ülke ekonomik bağımsızlığına sahip değilse, o ülkede yaşayan insanlar işsizse, doymuyorsa, umudu yoksa;  kendisine ait madenini, altınını, suyunu kullanamıyorsa; dış güçlere bağlıysa o zaman burada demokrasi burada sadece bir oyun olur. Demokrasiden bahsedilemez. . Dolayısıyla demokrasi demokrasi diyerek bize yutturulmaya çalışılan çok partili seçimi öne sürüyorlarsa biz bu demokrasi oyununda sadece figüranız
Bu karmaşık tabloyu halk anlamakta zorlanıyor. Çünkü gündelik sorunlardan bunalmış vaziyette. Örneğin 2B yasası, yabancılara toprak satışı, suların özelleştirilmesi, maden yasası ve birçok düzenlemeyle halkın yaşam alanları paramparça edildi. Anadolu’da kendi kendine yetme savaşımı veren halkın vadileri, su havzaları büyük bir saldırı altında. Bütün bunlarla boğuşan halka bu karmaşık tabloyu nasıl özetleyeceğiz? Yani küresel oyunların köylülerin suyuna el konulmasıyla ilgisi nedir?
Örneğin geçenlerde Giresun’un Espiye ilçesinde halk kendi tohumlarından yetiştirdiği sebzeleri pazara satmaya götürdüğünde görevliler gelip, “ruhsatınız yoksa bu sebzeleri burada satamazsınız” diyorlar. “Ne tohum takası yapabilirsiniz ne de kendi marulunuzu satabileceksiniz” denildiği zaman işin küresel boyutu giriyor devreye… Ayda 200-300 liraya yaşayan bu insanlara bazı dayatmalar yapılıyor.. Neden? AB Uyum yasaları öyle emrediyor… Bu uyum yasalarını çıkaran bizi üye olmadan AB emirleriyle karşı karşıya bırakan kim? İktidarlar ve ilişkili olduklar küresel güç odaklarının memurları! Kissinger’ın ünlü bir sözü var, “ben bir devleti yönetmeye kalkışırsam petrole el koyarım. Bir halkı yönetmeye kalkışırsam da gıdalarına el koyarım” diyor. Türkiye kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken şimdi kendi kendine yetemez ve dışarıdan gıda ithal eden duruma getirildi. Malum dünya çapında müthiş bir gıda kotası var. Bu sektör birilerinin elinde şekilleniyor. Dünya Yiyecek piyasasını elinde tutanlar, dünyayı şekillendirmeye soyunmuş küresel odaklar… Petrol piyasası da su piyasası da altın bor krom piyasasını da ellerinde tutuyorlar.
Toplam 5-10  ailenin koyduğu kurallarla dünya ekonomisi ile oynanıyor. İşte bu adamlar bizim gıdamızla da oynuyorlar. Buğday’la da Pirinçle de Mısırla da oynuyorlar domates üreticisiyle de oynuyorlar. Fındıkla da meyvelerimizle de sarımsak’la da patatesimizle de oynuyorlar… Amaç Türkiye üretmesin ama benim kontrolümdeki marketlerden satın alsın… İşte sonunda pamuk Mısır’dan geliyor, buğday ithalatı yapılıyor, domates tohumları İsrail’den..
‘BU BİR GIDA SAVAŞIDIR’
Köylünün kendi tohumundan yetiştirdiği domatesi pazarda satamamasında sözünü ettiğiniz bu ailelerin somut olarak etkisi nedir?
Satamıyor çünkü bir bakıyorsunuz, “sizi Gümrük Birliği’ne aldım”diyorlar. Bizim başımıza getirilen hükümetler bunu imzalıyorlar ve büyük bir bayram olarak havai fişeklerle kutluyorlar. Bunun arkasından uyum yasaları geliyor. Tarımdan hayvancılığa birçok alanda bu kapsamda bir takım kanun hükmünde kararnameler imzalanıyor, kanunlar çıkarılıyor. Bu kanunlar çerçevesinde işte bizim köylümüzü başına gelen olay geliyor. Köylüye diyorlar ki, “sen artık kendi tohumundan ürettiğin sebzeyi satamazsın, İsrail tohumu kullanacaksın.” Bu sistemin derdi şu, sen o tanesi yarım kilo gelen güzelim domatesini yetiştiremeyeceksin. Çanakkale’de Mürefte’de o domatesler yetişmiyor artık. Köylüler tohumunu alıyor, tohumu takas etmekte sorun yaşıyorlar. Tohumun ölüyor.
Dünya Su Konseyini de bu kapsamda ele alabiliriz örneğin. Mesela SUEN adında bir kuruluş oluşturuldu bir süre önce. Su Enstitüsü. Dünya Su Konseyi ile su forumu ile paralel çalışacakmış. Sen en kapsamlı şekilde inceledin yazdın. Ellerine sağlık… Palandöken’den çıkan Fırat ve Dicle’den tutun da Yukarı Köprüçay Havzası’nın sularına kadar ülkenin aklınıza gelen bütün su kaynakları bir anlamda yurt dışındaki bir yapıya bağlanıyor. Bizim sularımızın geleceğine bu yapı karar veriyor artık.
Türkiye’nin suları üzerinde Barajlar Kralı olarak anılan Süleyman Demirel dönemlerinde bile görülmeyen ölçüde çok sayıda yıkım projesi geliştirildi. Özellikle de yaşam alanları yok edildi. Anadolu’nun bunca yıl bağımsızlık kaynağı olan biyoçeşitliliğin geleceğinin tek bir bakanın iki dudağının arasında olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
O bakan da bir şey bilmiyor zaten. Bakan’ın sözünü ettiğin biyolojik çeşitlilikten, tohum meselesinden ve benzeri hassasiyetlerin inceliklerine vakıf olması mümkün değil. Zaten o nedenle de eğitimden hukuka, tarıma kadar birçok alanda oluşturulan komisyonlarda çok sayıda Amerikalı uzman yer alıyor. Eğitimde 1947’den bu yana böyle. Kararları onlar veriyor. Küresel çete böyle istiyorsa böyle olacak diyorlar. Bunun için oradaki halk ne yapar, toprağını suyunu nasıl edinirle ilgilenmiyorlar. Onların bir görevi var ve bunun için para alıyor. Bunları yetiştirip ülkelere yolluyorlar ve “bizim çıkarlarımız çerçevesinde bu ülkenin suyuna, boruna, madenlerine el koy” diyorlar. İşte Yukarı Köprüçay’da bir adamla karşılaşıyorsun, adam Nepalli ama Türk adı almış. Demir Türkoğlu… Meraklısı senin yazını okusun. Nepalli ama aslında İngiliz. Oradaki cennet gibi bir yerin kaynaklarının envanterini çıkartıyor, uluslararası kartellerden birisi için bölgeyi tarıyor. Ona o izinleri kim veriyor… Kim o bölgede yaşayan halka neyi soruyor da yasalar çıkıyor, kararlar alınıyor, kartellere ‘buyrun!’ deniyor?
‘MECLİSTEKİLERİN İYİ NİYETLİ OLDUKLARINI DÜŞÜNMÜYORUM’
Halkın umut bağladığı muhalefet partilerinin bütün bu manzara karşısındaki ataleti konusunda ne söylersiniz? Halk bu konuda ne yapmalı sizce?
İşte sen biraz önce Yuvarlakçaylıları anlattın. Halk sadece kendine güvensin. Şu an meclise girmiş olanların hepsinin durum karşısındaki ataletini yıllardır izliyoruz, hiç birinin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum. Millete değil kendilerine, güç odaklarıyla ilişkilerine çalışanlar topluluğu var karşımızda.
Bu çok iddialı bir tanımlama değil mi?
Ama halkın yanında ve iyi niyetli olsalardı bunca yıldır, bu millet böylesine bir varlık içinde böylesine bir yokluk, yoksulluk ve yoksullaşma içinde olmazdı…
Bir yandan de halkoyuna başvurulan referandumlarla sizin anlattığınız bu tablonun tersi çizilmeye çalışıyor. Başbakan eskiden tek parti dönemi vardı, şimdi ileri demokrasi geldi diyor…
Referandum’a baktığımız zaman, Türkiye’nin sahip olduğu doğal servetlere el konulması için dünyayı yöneten 300 şirketin çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarıldı. Yasadışı olarak yurtdışına peşkeş çekilen doğal kaynaklarımızın peşkeşi yasallaştı. Olan budur. Karnı aç olan, işsiz olan ve bir çeşit cinnet yaşayan halk basın yayının beyin yıkamasıyla oyunu kullandı ve kendi celladına boynunu uzattı. Sonuçta bu ülkede uzun zamandır ‘toplu hipnoz’ düzenekleri çalıştırılıyor. Ve bu düzenek geniş halk katmanlarını etki altına almayı hedefliyor.. Yönlendirilen halk ‘evet’ ya da ‘hayır’ diyor. Borçlandırılmış olan halk borcu çerçevesinde ‘karar’ alıyor… Halkın oy kullanma parametreleri çok farklı yani. Burada insanların ne kadar isteyerek ve özgür oy kullanabildiğini sorgulamak lazım öncelikle.
‘SİSTEM HALKIN İRADESİNE ENGEL KOYUYOR’
Seçenlerin durumu kadar seçilme kriterlerinde de bir sorun yok mu sizce?
Ben geçen gün Nazilli’deydim ve orada çok sevilen bir CHP adayı, delege seçimlerinde kazanacağından çok emin ve sokağın tepkisinden de bu anlaşılıyordu..Ama Genel merkezden gelen telefonlar bir başka adayı işaret edince o değil bir başkası yukardan belirlenerek delege oldu. Ertesi günü de Salihli’de bu kez MHP’de benzer durum yaşandı. Demek istediğim şu ya da bu partide, halk, özgür iradesiyle kendini temsil edecek kişileri meclise yollayabiliyor mu? Bunu sorgulamak gerek. İki dudak arasında yürütülen, halkın iradesine engel koyan bir sistemin içinde halkın iradesi nasıl meclise yansıyabilir? Yansıyamaz… Yansımıyor. Hem de yıllardır…
Sizce genel merkezlerin tercih etmediği ama halkın tercih ettiği insanların ortak niteliği nedir?
Halkın sağduyusu mükemmeldir… Çıkar oyununa bulaşmamış, koltukla işi olmayan, para oyunları ve iktidar ilişkileriyle sarmaşmamış kişilere bakın… Onlar kime güveneceklerini bilirler.. Onların tercih ettiği, sevdiği, saydığı kişilerin genel merkezlerce beğenildiği çok azdır.. genel merkezler siyasi oyunlarda becerikli bulduğu kişileri, siyaset arenasındaki satrançta ‘faydalı’ olacak isimleri tercih ediyor… Aslında partiler, tıpkı bazı STK’lar gibi… Toplum iradesini ‘sistem’ içinde eritme potası.. “Çok partili sisteme karşı mısın sen yoksa?” gibi eleştirilerle de karşı karşıya kalıyorum. Çok partili sistem Osmanlı’da da vardı. Irak’ta da otuz tane parti var. Afganistan’da da var. Çok partililikle demokrasinin bir alakası yok. Çok parti olur ama meşrutiyet, diktatörlük olur. Eğer bir ülke mali yönden tam bağımsızsa o zaman demokrasi süreç içinde yeşertilir. Ama bu yoksa, dışarıdaki kartellerin elinde oyuncak olmuşsan, Giresun’un Espiye’sinde tohumunu bile kullanamaz hale gelmişsen, çaylarını yol kenarına boşaltıyorsan, sularına el konuluyorsa burada demokrasi olmaz. O zaman bazı politik figürler çıkar, ‘uyanık’ bir takım adamlar gelir, genel başkanlarına yaracak işler yaparak halk iradesini büzmekle görevli olurlar. Görünen bu.
‘ÇALIŞTIĞIM KANALDAN NATO YÜZÜNDEN KOVULDUM’
Medyanın bu süreçteki işlevine gelirsek. Siz de bu sürecin mağdurlarından biri sayılırsınız çünkü. İçeriden birisi olarak medyadaki tablo nedir?
Şimdi ben bir yıl içerisinde sadece iki defa televizyonlara çağrıldım. Bunun bir tanesi Ulusal Kanal, diğeri de Tv Net’ti. Benim görünebilirliğim bu kadar. Bizim gibi düşünen yüzlerce insanı da medyada görmek mümkün değil. Hatta parmakla saymak bile zor.. Dünyada tüm basını elinde tutan beş altı aile var. Bu çetelerin çıkarları doğrultusunda imal edilen haberleri izliyoruz. Bizde de toplam altı aile yaygın medyayı elinde tutuyor. Bunlar da yurt dışındaki ajanslara bağlı olarak haber veriyor. Yurt içindeki haberler de sadece o ailenin çıkarları çerçevesinde şekillendirerek veriliyor. Sizin patronunuz bir maden ya da petrol şirketinin sahibiyse, Kuzey Irak’ta petrol işine girmişse, sizin kalkıp da Kuzey Irak’taki petrol pisliğini ortaya sermenize izin vermeyecektir. Ya da NATO’dan bir ihale alınacaksa o sırada sizin NATO ile ilgili bir eleştirel haber yapmanıza izin verilmeyecektir. Ben çalıştığım özel bir televizyon kanalından bu çerçevede kovulmuştum… Ben NATO tarihçesi ile ilgili bir belgesel yaparken, üst düzey yönetici, “Biz NATO ile iş yapıyoruz… Sizinki gibi belgeseller şu sıra bizim işlerimizi bozar. Yaşamda başarılar dileriz” demiş ve iş aktim feshedilmişti. Bu kanalda otuzdan fazla belgesel yapmıştım. Sonra kanalın belgesel bölümünü de kapattılar zaten. Aynı zamanda kurumda çalışan Turan Yavuz, Attila İlhan, Erol Manisalı, Necla Arat gibi birçok ismi de yayın kurulundan çıkarılmışlardı.
Sonunda atacakları bunca önemli ismi başlangıçta neden kanalda görevlendirdiler size göre?
Bunu aslında El Cezire deneyimi çok güzel anlatıyor. El Cezire ilk yayına başladığı dönemde ben Ortadoğu’da dolaşırken nereye gitsem bu kanal izleniyordu. Ve son derece düzgün bir yayın yapılıyordu. Arap halklarının çıkarlarını savunur biçimde cümleler kuruluyordu kanalda. Herkes gerçek ve doğru haberi El Cezire’den alabileceğini düşünüyordu. Bu böyle bir buçuk yıl kadar sürdü. Ancak bu sürenin ardından El Cezire 360 derece dönerek tamamen Amerikan çıkarlarını savunur hale geldi. Amerikan örtülü operasyonundaki tetikçilerden önde giden oldu. Örneğin Türkiye’de de çok bilinen bazı programcılar vardı. Bunlar ilk birkaç yıl halkın gönlünü kazandı… Millet onları ulusalcı, milliyetçi filan sandı. Ancak bir süre sonra, o güne kadar söylediklerinin tam aksini söylemeye başladılar. Mesela sahte muhalefet de böyle. Birine güvenip arkasına takılıyorsun, daha sonra ardına takılanın kafasını devşiriyor… Arkasına takılanları da devşiriyor… Neden en başta kanala halkın güvendiği isimleri aldılar? Bunca kanal arasından sıyrılmak farklı bir bakış sunarak belli bir AB grubunu kanala bağlamak istediler… Kanal tutunca parasal işleri doğrultusunda kadroyu yenilediler…
Bu söylediğinizden geçtiğimiz günlerde “faiz haramdır” açıklaması yapan ancak geçmişte tam tersi görüşleriyle bilinen bir televizyoncu geliyor.
Evet. Sözünü ettiğin kişi de bunu yaptı. Önce çok düzgün yayınlar yaparak başladı. Fakat daha sonra kendi yaptığı tahlilleri çürüten görüşlerle ortaya çıkmaya başladı.
TRT YETKİLİSİ “ABD VE İSRAİL BÜYÜKELÇİLERİ PROGRAM YAPMANIZI İSTEMİYOR” DEDİ
Size de bir nevi “Project Democracy” vurdu diyebilir miyiz?
Tabii tabii. Hepimizi vurdu. Neredeyse bütün kanallar böyle. TRT’den atılışım da böyle oldu. Zaten bütün yaptığım filmler yüzde elli oranında kesiliyordu ama en son Genişletilmiş Ortadoğu ve Afrika Projesine ilişkin programın montajı sırasında atıldığımı öğrendim. Gidip sorduğum zaman da TRT’nin en üst düzey adamlarından biri bana açık açık “Amerika, İsveç, Gürcistan ve İsrail büyükelçilikleri dönemin TRT’den sorumlu Bakanı Mehmet Aydın’a haber ilettiler, sizin artık belgesel yapmanızı istemiyorlar. Bunun için mecburen sizi çıkarıyoruz, özür dileriz. Çok iyi reyting getiriyordunuz ama bu böyle” dedi. Benim programımın yerine hemen aynı saatte tamamen Amerikan çıkarlarını kollayan bir program konuldu.
Siz o dönem Avrupa Birliği’ne yönelik de oldukça kapsamlı programlar yaptınız değil mi?
2006 yılında 17 Avrupa ülkesine gittim. Aslında Avrupa Birliği diye bir şey olmadığını o zaman belgelemiştim. O da bir başka kukla tiyatrosu… Şimdi tartışılan şeyleri o zaman söylemiştim. Avrupa Birliği korkunç bir savaşın ertesinde Hıristiyan demokratlarca kuruldu… Daha sonra sömürülecek kazlar özellikle doğu Avrupa ülkeleri mahsusçuktan oyuna dâhil edildi. AB’nin baş aktörlerinin yararlandığı fırsatların hiç birisinden bu ülkelerin yararlanamadığını, büyük ülkelerin ise ABD’nin finosu olarak oynadığını ispatlamıştım. 17 belgeselin tamamında bunu işlemiştim. AB’nin yönetim organlarında yer alan adamların da Tek dünyacı küresel eşkıyanın atadığı insanlar olduklarını işlemiştim. Dış İlişkiler Konseyi CFR ve Bilderberg denilen yapılar tarafından atanan adamlar vardı ortada… Ve bunu İngiltere İşçi Partisi’nin en eski mensuplarından Sir Antony Benn de açık bir şekilde ifade etmişti. Benn ile yaptığımız röportajda, “demokrasinin beşiği olarak gösterilen İngiltere’de demokrasi hiçbir şekilde işlemediği gibi sadece aldatmacadır”  demişti. Meraklısı ‘Hangi Avrupa’ kitabımda İngiltere bölümünü okusun.
‘AB’NİN KENDİ İNSANINA HAYRI YOK AMA TÜRKİYE’DE FON PROPAGANDASI YAPILIYOR’
Benn’in eleştirileri nelerdi?
Benn, kısaca; “eğer demokrasi varsa, kimi seçeceğine halk, özgür iradesiyle karar verir. Seni yolundan çıkaracak ya da algını değiştirecek başka mekanizmalar olmadan birilerini seçebilirsin. Şimdi bu Avrupa Birliği içinde Avrupalı halk kendi istediği liderleri kendi mi seçiyor? AB adına karar alan kişilerin seçiminde benim söz hakkım var mı? Hayır. Onlar ‘atama’ ile belirleniyor…  Diyelim ki ben bu kararları alanlardan memnun değilim, bu adamları değiştirebiliyor muyum, hayır. Eğer demokrasi olsaydı, halkın tasarrufu olurdu. Ama yok. Bu adamı düşürebilmeliyim. Dolayısıyla burada demokrasiden söz etmenin imkânı yoktur” demişti.
O yıllarda bugünkü çatırdamaların henüz sinyalleri bile yoktu ama bugün gördük ki, ekonomik çöküş İzlanda’dan başlayıp İrlanda, İspanya ve ardından Yunanistan’da tulum çıkardı. Peki Türkiye’ye ne anlatılıyor? Bir yığın yalan dolan… Türkiye’nin AB’den sorumlu Bakanı hala Avrupa’dan gelecek fonlardan bahsediyor… Bütün İstanbul sokakları AB fon dağıtımının ilanlarıyla doldu… Aynı odak bir yandan varlıklarımıza el koyuyor bir yandan bizi dilencileştiriyor… Kendi insanlarına hayrı yok, insanlar sokaklarda aç geziyor ama bize sokak sokak ‘bilmem kaç Avro fon veriyorlar’ diye yayın yapılıyor. Bu çetenin dağıtacak çok parası varsa, çökerttikleri İzlanda’ya, İrlanda’ya Yunanistan’a yardım etsinler. Önce AB’yi kurtarsınlar…
Adalet Bakanı tarafından Silivri’ye götürülen gazeteciler de tartışıldı bir süre önce. Barış Terkoğlu ağır bir yazı kaleme aldı bu gazetecilerin gezisiyle ilgili. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bütün bunları?
Gidenler kim diye bakmak lazım. Götürülen insanların nasıl ilişkileri var. Bir gazeteciler var bir de gazeteci adı altında aslında taşeronluk yapanlar. Bunu Türkiye’de herkes biliyor. Silivri ziyareti için seçilen insanlar kimlerdi. Neden bir yığın insan, yazar çizer,  gazeteci terör örgütü üyesi adı altında, delilsiz mesnetsiz yıllardır orada tutsak? Müyesser Yıldız, Balbay diğerleri neden oradalar? Neyle suçlandığını hala bilmiyor Müyesser. Ne içeridekiler ne de bizler bunu bilmiyoruz. Sonra bir tiyatro sahnesi hazırlanıp, o insanlara en ağır hakaretleri yapanlar toplanıp Silivri’ye götürülüyor… Hapishane koşullarının iyiliğinden, yemeklerin güzelliğinden dem vuruyorlar… Kimin için bu orta oyunu? Bırakın canım!
‘EL CEZİRE’DEN İSTİFA EDEN HABERCİLER, HALEP VE ŞAM’A AİT HABERLERİN ‘İMALAT’ OLDUĞUNU BELGELEDİLER’
Suriye’deki iç savaşa gelirsek. Siz yakından izliyorsunuz. Sizin de gidip yerinde gördüğünüz Suriye’de yaşananları nasıl değerlendirmek gerek?
Suriye  konusunda  medyanın rolünü iyi izlemek lazım. El Cezire’den beşer beşer adam ayrılıyor. “Biz artık dayanamıyoruz” diyorlar. Çok iyi para alıyoruz ama devamlı mizansen üretiliyor diyorlar. “Bu veballe yaşayamayız” diyorlar. Son ayrılan gazetecilerden biri açıkladı. Film setleri kurulmuş… Bu setlerde Şam meydanı, Halep saat kulesi maketleri var. Çok üst düzeyde tekniklerle bu setlerin üzerine çatışma fotoğrafları yerleştiriliyor. Bu şekilde haberler yapıldığını belgelediler… BBC, CNN kaç kerte 2003 Irakta çekilen katliam fotolarını 2012 Humus diye yayınladı… Fotoğrafı çeken fotoğrafçı daha geçenlerde açıklama yaptı… Bunu Bağdat’ta 2003 de çekmiştim, dedi… Birbiriyle paylaşım savaşına girmiş sermaye grupları nedeniyle bilgiler sızdırılıyor da birçok rezilliğin farkına varabiliyoruz.
Bunu biraz daha açar mısınız?
Şimdi artık medya savaşları var… Hedef ülke seçiliyor… Libya gibi, Suriye gibi.. Önce haberler servis ediliyor… O güne kadar sesi soluğu çıkmayan birileri dolarları cebe indirip facebooktan, sivil ağlardan filmler haberler üretmeye başlıyor… İnsan hakları dernekleri bir ağızdan bağırmaya başlıyor… CIA tetikçileri ortalığı toza dumana katıyor… Bire bin katılarak yapılan haberler dünya medyasını sarıveriyor… İnsanları medya ile galeyan’a getiriyorlar. Sonra yaptırımlar ve müdahale takip ediyor. İlk Körfez savaşı öncesi Irak’ın Kuveyt’e girişi hakkında Amerikan halkı nasıl galeyana getirildi hatırlayın… ABD kamuoyunun bu savaşa hazırlanması gerekiyordu. Birden ABD Senatosunun önüne 14 yaşında gözü yaşlı bir kız çıkarıldı. Arap genç kız, mükemmel İngilizcesiyle Iraklı askerlerin Kuveyt’de nasıl bebek katliamı yaptıklarını anlattı. “Bir hastahanede, küçücük bebekleri kuvözlerden alıp yerlere attı Iraklılar. Küçücük bebeler taşların üzerinde kıvranarak öldüler” diyordu. Daha sonra bir başka adam daha çıkıyor ve “evet öldürdüler, bebeklerin ölülerini ben gömdüm” diyerek tanıklık ediyordu… En sonunda da baba Bush çıkıyor ve “bebekler ölüyor” diye tirad atıyordu… Sonra demokrasi havarisi ve insanlığı kurtaran melek olarak ABD ordusu Irak’a girmeye kalkıyordu. Ancak bir süre sonra, Kanada televizyonu durumu açıkladı… Genç kız, Kuveyt’in ABD’deki büyükelçisinin kızıydı. Hill and Knowlton adlı lobi şirketi repliklerine kadar oyunu yazmış ve sahneye koymuştu… Bu iş için 10 milyon dolar para almıştı… Figüranları da onlar bulmuştu… Mesele Amerikan halkının Irak savaşına ikna edilmesiydi… Başka bir reklâm şirketi de Irak’a son müdahale sırasındaki orta oyunun senaryo yazarı olduğunu açıkladı. Saddam heykeli devrilmeden önce başına bir ABD bayrağı konulması ve heykel devrilince Iraklılar tarafından terliklerle dövülmesi için 200 kişiye para dağıtılması fikrinin kendisine ait olduğunu açıkladı. Kamuoyu medya ile böyle oluşturuluyor. Suriye’den yansıyan manzara da farklı değil. Baktığınızda buradaki muhaliflerin birçoğu Libya’dan, şuradan buradan gelmiş insanlar. Şimdi Suriye’de olanları “vay Müslüman kardeşlerimize zulüm yapılıyor” diye propaganda malzemesi yapanlar, Telafer’de Kuzey Irak’ta Türkmenler yok edilirken hiç seslerini çıkarmıyorlardı. Bazıları masum olsa da bu sesleri çıkaranların çoğu ‘paralı askerler’…
İDLİB’DEN GELEN KADINLAR, ‘BİZE SÖZ VERDİLER, PEDİMİZİ VERECEKLERDİ’ DİYORLAR
Türkiye-Suriye sınırında yaşanan bir hareketlilik de var…
Ben geçen hafta Kilis’e gidip Suriye’den gelenlerle, oranın muhtarlarıyla, konteyner kentlere getirilmiş ‘figüranlarla’ ilgili konuştum. Benzer oyunlar söz konusu. Birileri senaryo yazıyor, birileri oynuyor ve Suriye kanatılıyor. Kilis’te yerleşik mültecilerin çoğunun çocuğunun adı Beşar. “Madem nefret ediyordun neden çocuğuna Beşar’ın adını koydun?” diye soruyorum…
Ne diyorlar?
Benim nefretim falan yok, bana 20 bin dolar verdiler geldim.” Adam kanaryasını, oltasını almış İdlib’in köylerinden gelmiş… Kendisine para teklif edildiğini, bir müddet buralarda kaldıktan sonra Avrupa’ya gideceğini söylüyor. Konteynerkent içinde kimisi kebapçı dükkânı açmış, kimisi bisküvi bayisi olmuş; kendi milletini kazıklıyor. Kimisi üç karısıyla gelmiş, her birini bir konteynera yerleştirmiş. Aldıkları yardım malzemelerini satıyorlar. Ve en acısı da İdlib’in köylerinden gelen bazı kadınlara “size çok iyi para vereceğiz” demişler. Bu kadınların içinde fuhuş yapanlar var. Kadınlardan biri bağıra çağıra masaya vurarak “bize söz verdiler, ağdamı, pedimi ve saç boyamı verecekler!” diye bağırıyor. Mültecilerden sorumlu muhtarlar, bize inanılmaz başka hikâyeler de anlatıyor… İçerideki kampta MOSSAD’dan MİT’e yüzde 10  istihbarat servisi çalışanı. Yüzde kırkı filan “bizim muhalefetle bir ilgimiz yok” diyor. Bir kısmı da eşkıya.. Geceleri Kürt dağlarından Suriye’ye girip Ortodoks Hıristiyanların evlerini yağmalıyorlar. Çaldıkları ev eşyalarını getirip satıyorlar, bir kısmı para karşılığı çatışmalara karışıyor vs. Hama ve Humus’taki Hıristiyan mahallelerinin tamamı tehditler üzerine boşaltılmış durumda. Bu yönde haberler geliyor. Benim tanıdığım Halep sınırındaki çok sayıdaki Türkmen aile gece yarısı aile reislerinin tanımadıkları kişilerce götürüldüğünü söylüyorlar. “Şimdi Esad’ın ordusu gelip bizi korusun” diye dua ediyoruz diyorlar. Yani tam bir terör ortamı yaratılıyor. Medya organları yangını yaratıyor sonra üzerine körükle gidiyor…
‘YENİ ANAYASA İÇİN KCK VE ERGENEKON PAZARLIK KONUSU YAPILACAK’
Uludere konusunda da benzer bir dönüşüm yaşandı sanırım…
Bir yandan “Uludere’de istihbaratı biz verdik” açıklaması geldi ABD’den. Önce Kürtler’in duyarlılıkları üst seviyeye tırmandırıldı. İlker Başbuğ içeri alınmadan önce Wall Street Journal’da Ross Wilson’un yazdığı bir yazıda özetle, “Başbuğ ve Evren gibi isimlere bir ceza verilmesi sönmeye yüz tutmuş olan anayasa tartışmalarına şevk getirebilir” denildi. Yani her iki tarafın hassasiyetleri üzerinden bir eşitleme yapılmaya çalışılıyor. Şimdi de yeni anayasa için her iki tarafın hassasiyetlerinin pazarlık konusu yapılacağı yönünde tartışmalar yapılıyor. Birden KCK üyelerini içeri almaya başlıyorlar bir yandan da askerleri, gazetecileri vesaire… Bu da bir eşitleme, mütekabil kılma çabası. Bir yanda bölücü örgüt üyeleri, bir yanda Türk ordusu… Bir tarafta Uluderede öldürülenlerle galeyana getirilen ‘Kürtler’, bir tarafta ilk kez bir genelkurmay başkanının içeri alınmasıyla galeyana gelen ‘Türkler’!
Bu ayrımı onlar yapıyor, ben değil… Bunun vebalini kim ödeyecek. Bir milletin kutsalıdır destanlar… Bakın Ergenekon artık terör örgütü adı!
Kırgızistan’da adını bir destandan alan Manas Üniversitesi var. Örneğin ‘Ergenekon’ adında bir üniversite kurulabilir mi Türkiye’de?
Mümkün değil. Şimdi kendi milletine ait bir destanı sen terörle özdeşleştiriyorsun ama bu terörün başı kim, askeri nerede, destekçileri kim bütün bunlar belli değil. Ama bir yanda PKK adında her şeyi ortada olan bir terör örgütü var ve sen bunların ikisini bir kefeye koyarak eşitliyorsun. Hatta PKK ile Ergenekon arasında organik bağ da kuruyorsun. Sonra “ikisi de kötüydü ama ben ikisini de affedeceğim’ senaryosuna doğru kaydırılıyorsun… Aslında dışarıda yazılan senaryoların aktörleri, figüranları var sahnede…
 ‘HER ŞEYİ SOROS’A BAĞLIYOR’ SUÇLAMASI, GERÇEKLERİ PERDELEMEK İÇİN KULLANILIYOR!’
Son olarak size kişisel bir soru sormak istiyorum. Her şeyi Soros’a bağladığınız yönünde eleştiriler de var size karşı. Bu eleştirilere karşı ne diyorsunuz?
Aslında bu eleştirileri yanıtlama lüzumu bile hissetmiyorum. Bu eleştirileri yapanların neyin içinde olduklarını gayet iyi biliyorum. Bir defa ben “Her şeyi Soros’a bağlıyor ” demenin bir klişe olduğunu söylüyorum. Bir ara da‘paranoyaksın!’ suçlaması pek modaydı. Şimdi onu kullanamıyorlar. Çünkü 10 yıldır söylediğimiz her şey gerçekleşiyor… Söyleyecek sözleri kalmadı… Nasıl tampon bölgeler yaratılarak Kürdistan tohumu atıldığını ve bugünlere gelindiğini birlikte yaşadık. O günlerde bunlardan bahsedenlere, acımasız paranoyaklar!’ olarak saldırılıyordu. ‘Her şeyi Soros’a bağlıyor!’ suçlaması, bu suçlamayı yapanların planlarının perdelenmesi için kullanılıyor.. Eski ve çok bayat bir yöntem.. Bir kere ‘ Soros’ kim… Küresel bir çetenin tetikçisi, bir tefeci bir ekonomik hit man. Onun gibi bir çok memur var… Biz bu yapının altını çiziyoruz. Soros bir sembol… Hiçbir şeyi bu basitlikte görmüyorum. Dünyayı idare etmeye soyunmuş tek dünya devletini hedefleyen bir yapı olduğu ortada. Bunu kendileri söylüyorlar. Emin Değer’in, Mustafa Yıldırım’ın kitaplarından da biliyoruz. Michel Chossudovski’nin, Tarpley’in araştırmalarından da. Neyin ne olduğunu, hangi sistem içinde kurgulandığını anlamadan ona nasıl karşı koyabilirsiniz ki? Önce durumu anlamamız gerek. Bu korktuğumuz ürktüğümüz, küresel odakları gözümüzde büyüttüğümüz anlamı taşımaz. Tam tersine, bu durumu detaylarıyla bilenler yol haritalarını da sağlam çıkarabilirler.
‘AMERİKAN RÜYASININ CENAZESİ KALKACAK!’
Ben Mustafa Kemal’in yolundan giden biri olarak görüyorum kendimi ve öğrendiklerimi söylüyorum. Dünyaya Türkçe gözlükle bakmaya çalışarak, bize oynanan oyunları deşifre etmeye çalışan bir gazeteciyim. Görevimin de bu olduğuna inanıyorum. Mesela sen su meselesiyle ilgileniyorsun ağırlıklı olarak. Ben de gençlik ve sahte muhalefet olayları konusunda çok ciddi bir okuma yapıyorum, takip ediyorum. Öyle bol keseden “bu da Soros’çu” demekle olmuyor. Oturup günlerce bilgi topluyor, karşılaştırmalar yapıyor, haber sitelerini didikliyor, birebir kişilerle görüşüyoruz… Bu şekilde elde ettiğimiz bilgileri ve belgeleri yayınlıyoruz. Birileri tüm bu detaylı çalışmayı gördüğü belgeleri okuduğu halde, çıkıp “ bu da her şeyi Soros’a bağlıyor” klişesini yaymaya başladığı zaman ben o kişinin samimiyetinden şüphe duyarım. Öte yandan her şeyi Amerikan imparatorluğuna bağlamak şöyle dursun, tam tersine bu imparatorluğun çoktan yıkılma sürecine girdiğini söyleyenlerden biriyim… Bugün Amerikan halkının yüzde kırkı yemek kuponuyla yaşıyor. Bunlar kendi rakamları, benim değil. İşçi sınıfını zaten hallettiler. Şimdi ortada elinde Ipod’uyla dolaşan bir orta sınıf kaldı. Bunların elinde hala biraz para var ve yakında onlar da bankerlerin gadrine uğrayacak… Amerikan rüyasının cenazesi kalkacak!
Wall Street eylemleri bunun için mi yapıldı?
Zucotti park’da İvan Marovic’in konuşmasının ardından sokaklara dökülüp de Anonymous maskelerini taktıkları anda bakıyorum, arkalarında Amerika’nın en zengin adamlarından Buffet var. Bu harekete destek veriyor. Ardından Soros kanallara çıkıyor sokak göstericilerine desteğini açıklıyor. New York sokaklarındaki ana slogan ‘zenginler de vergi versin’ di. Ama zenginler de vergi versin sloganını Soros ve Buffet’ nasıl desteklerdi! İkisi de ömürleri boyunca vergi vermemiş, Amerikan imparatorluğunun sayılı zenginlerindendi. Onlar alt kesim nalı toptan dikince Orta sınıfın eline silahı vermişler “kendi ayağına sık” diyorlardı.  Zenginlerin varlıkları paraları kayıtlı kuyutlu, ulaşılabilir yerlerde değildi yani onlara hiçbir zaman bir şey olmazdı. Kayıt altında olan orta sınıf önce ‘Zenginler de vergi versin!’ diye bağırıp sonra vergiyi verecek olanın kendisi olduğunu anlayacaktı… Küresel eşkıyalar, orta sınıfın elindeki son paraya da böyle el koyacaklardı!
O nedenle sahte muhalefet odakları iyi araştırılmalı, her sokağa çağıranla yollara çıkılmamalı, her durum ve oluşumun arkasında ya da arasında kimler var, kim nereye ne amaçla sızıyor dikkatle araştırılmalı…
_______________________
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU