Siyesette Düzen ve Sistem…


Burokrasi ve baski gruplari
Bu çalışma iki bölümden oluşmakta ve siyasette herkesin bir şeyler konuştuğu bir yerde düzen sorununu tartışmayı amaçlamaktadır.
1.BÖLÜM
21. yy’ın gelişim süreci içerisinde kendine daha geniş anlamlandırma sahası bulan Siyaset Bilimi; hızla gelişen ve bu gelişmeye bağlı olarak aynı hızda küreselleşen dünyada yeni yorumlamaları arkasından getirmiştir.
Siyaset Bilimi sorunlar yumağı içinden sıyrılıp yeni dünyayı farklı çatılara bürünerek anlamlandırma çabası içerisine girmiştir. En başta gelen sorunlardan birisi olan siyasi meşruluk, üzerine en çok açıklama yapılan kavramlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Meşruluğun siyasal zemini; toplumların belirli sınırlar içerisinde (bu sınırlar genellikle ülke sınırlarıdır) yönetim erkini elinde bulunduran siyasi otoriteden talep ettiği istençler olarak addedilebilir. Yani sivil toplumun seçim yoluyla yönetim erkini, gücünü, iktidarını verdiği yapıdan talep ettiği tüm hakları bu meşruluk içerisinde değerlendirebiliriz.
İşte tam bu noktada bu sebeptendir ki siyasal iktidar sahiplerine, iktidarlarının meşru olup olmadığı yönünde sorular sorulabilir. Demokratik yönetimlerde eşit temsil hakkının seçmene verilmesi ve seçmenin de bu hakkı doğru bir şekilde kullanması gerekir. Seçim sürecinde seçmen kitlesinin tam olarak seçime katılması meşruluğun gerçekleştirilmesi için birinci adımdır.
İkinci adımı siyasal gücü elinde bulunduranların atması gerekir. O adım ise; siyasal iktidarın, seçmenleri tam olarak temsil etmesidir. Bu adım adam kayırmacılığın (nepotizm, spoils system vs) önüne geçmedeki en büyük etkendir.
Üçüncü bir adım eklemek gerekirse o da siyasal anlamda iktidarı elinde bulunduran gücün halkın isteklerine cevap vermesi olarak sınıflandırılabilir. Bu üçlü esas itibarıyla sacayağı görevi görür.
Çağdaş demokrasilerde halk yönetimin içerisinde etkin bir şekilde söz sahibi olmaktadır. Tam burada yeni kamu yönetimi anlayışının (New public administration) bize kazandırdığı yeni iki kavramdan birisi olan “yönetişim” kavramının siyasal açıdan meşruluğu sağlamadaki rolü ortaya çıkmaktadır. Yönetişim kavramı; genel anlamda siyasal açıdan karar alma sürecine vatandaşların katılmasını ifade etmektedir. Sürecin doğru bir şekilde işletilmesi en iyi yönetime gidişte büyük bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sayede vatandaşlara da yönetimde söz sahibi olma hakkı tanınırken başka bir açıdan bakıldığında vatandaşlara sorumluluk kavramının anlamını kavrattığı da ortaya çıkmaktadır.
Siyaset bilimini ilgilendiren en önemli sorunlardan birisi de dil sorunudur. Kullanılan dilin ortak veya evrensel bir dil olma seçeneğinin getirilmesi kültür emperyalizminin bir örneğini teşkil eder. Soruna uluslararası açıdan bakacak olursak; ortak dil olarak benimsenen İngilizce’nin ortak olarak kullanılma gereğini nereden edindiğini irdeleyebiliriz. Dünya üzerinde diplomasi dilinin İngilizce seçilmesi ekonomik anlamda güçlü olan Amerika ve İngiltere’nin dayatmaları sonucu karşımıza çıkmaktadır. Ortak dil kullanılması doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir ancak bu dilin seçilmesinde demokratik değerlere yüz çevirmenin gereği yoktur. Bugün Türk Kamu Yönetiminin temel esin kaynağı olan Fransız modeli kamu yönetimi de iletişim aracı olarak kendi dilini kullanarak üçüncü dünya ülkelerine büyük bir örnek teşkil etmektedir.
Dil konusunda farklı bir sorun ise etnik kimliklere sahip kişilerin kendi dillerini ulusal dille aynı potada, aynı çizgide değerlendirmeye almak istemeleridir. Bugün federal sistemle yönetilen ülkelerde ve etnik kimlikleri siyaset aracı olarak kullanan ülkelerde sıkça karşılaşılan bir durumdur bu. Kısacası bu durum ulus bilincine ulaşmış ama bu bilinci tam olarak özümseyememiş ülkelerde karşımıza çıkmaktadır.
Oysaki dillerin birbirleriyle etkileşimi hiç düşünülmemektedir. Bu etkileşim hem iyi anlamda hem kötü anlamda kullanılabilir. İyi anlamda diller arası kurulacak olan bağlar ileriye yönelik yeni bir ufuk doğurabileceği gibi yine aynı şekilde kurulacak olan bu bağlar sonucu dillerin özlerinin bozulmaya başlaması da mümkündür. Çünkü anadilin içine birçok yabancı terim girebilir.
Bu açıdan bakıldığında dili etkileşim içerisine sokan önemli bir etkenin Medya olduğu tespit edilebilir. En basit kitle iletişim aracı olan medya; elinde tuttuğu dil silahını istediği gibi kullanabilme hakkına sahipken bu silahını yeri geldiğinde kendi ulusu içinde kullanabilir.
Doğal olarak bu yozlaşımda sanal ortamın varlığı da inkâr edilemez bir gerçektir. Sanal ortam insanların düşüncelerini günlük konuşma biçimlerini etkileyen bir mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tüm bu sorunlar yumağının görünürdeki ucunda Kültür Emperyalizmi mevcuttur.
Burada medya kavramının içini biraz daha açmak gerekir diye düşünüyorum. Günümüz koşullarında medya siyasal açıdan iktidar gücünü elde etmek isteyen oluşumların (demokratik rejimlerde partiler, 3. dünya ülkelerinde baskı erkini elinde bulunduranlar) birer destek ünitesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Medyanın istediği kişi kişiler ve kurumu iktidara taşıyabilmek gibi bir sihirli değneği vardır(!) Özellikle de medya kartelleşmeye doğru giden zengin, elit sınıfın ellerinde yükselerek seçmenlerin düşüncelerine direkt olarak etki edebilmektedir.
Siyasal anlamda devleti yönetme erkine sahip olanların arkasında medyanın rolü yadsınamaz bir gerçektir. Peki medyanın bu ikili ilişkileri desteklemesinin kaynağı nedir gibi bir soru sorduğumuzda ise verebileceğimiz cevap: karşılıklı çıkar ilişkileridir olacaktır.
Yani medya patronlarının siyasal otoriteye olan boyun borcuna karşılık siyasal otorite de kendisinin desteklenmesini açıkça talep edebilir ve etmektedir de.
Bu sonuçlar zinciri de bize göstermektedir ki medya –buna kitle iletişim araçları desek daha iyi olur- destekli bir siyasal otorite veya siyasal otorite tarafından kullanılan medya, her zaman prim yapmaktadır.
ULUS OLMA SORUNU
Batı tipi, modern demokrasilerde; demokrasinin ve rejimin şöyle bir gelişim süreci vardır:
Toprak parçası üzerinde önce birey yaratılır. Bireyler bir amaç etrafında toplanır ve Milleti yaratır. Millet de bu örgütlü bağı daha da pekiştirerek DEVLET i yaratır. Türkiye de demokrasinin hala yerleşememiş olmasının diyalektiği ise; Toprak parçası üzerine önce DEVLET inşa edilmiş, devlet kavramının içine Millet yerleştirilmiş, en sonda Millet kavramının içine bireyler yerleştirilmiştir. Yani Batı demokrasilerinin tersine bir süreç işletilmiştir. Ulus sorunu yıllarca siyaset biliminin en önemli kavramlarından birisi olmuştur. Ulustan kastedilenin ne olduğu sözde demokrasilerde belirtilmemiştir. Ulusun bir birliktelik etrafında, bir çıkar etrafında toplanması siyaset bilimciler için bir ihtilaf noktası olmuştur.
Anarşist düşünürler devletin gereksizliğini savunurken bu görüşlerini bireylerin tamamen özgürlüğü üzerine kurmuştur. Ve o bireyleri hiçbir çatı altında birleşmemesi gerektiğini birleşmesinin mantıklı bir çözüm olmadığını söylemişlerdir (Pirhon).
Buna rağmen ünlü cumhuriyetçi filozof J. J. Rousseau ise Toplum Sözleşmesi adlı eserinde bireylerin gelecekte düşüncelerinin varlığını devam ettirebilmesi için bir bilince ihtiyacı olduğunu ve o bilincinde ulus bilinci olduğunu vurgulayarak toplumun örgütlü bir şekilde yönetime katılabileceğinin mümkün olduğunu belirtmiştir (bkz: Toplum Sözleşmesi ).
Keza 20. yy diktatörlerinin birçoğu da iktidarlarının meşruluğunu seçim yoluyla elde etmişlerdir. Klasik olarak: Hitler Almanya’sını örnek gösterebiliriz. Nasyonal Sosyalist Partisi genel başkanı olarak iktidar koltuğuna oturmuş ve örgütlenmeleri parti üzerinden gerçekleştirmiştir.
Ulus olma bilincinin aşılanması bahse konu olan ülkenin tarihsel köklerine bağlılığı ile birlikte değerlendirilir. Ör: Türk Ulusu kavramını kullandığımızda geçmişten günümüze kadar olan zaman zarfında hayatlarını sürdüren bir ulustan bahsettiğimiz anlaşılırken; aynı kavramı Amerika için Amerika halkı için kullanamamaktayız. Çünkü bilindiği üzere coğrafi keşifler sonucunda ve arkasından gelen sanayi devrimi sürecinde İngiltere’nin yayılmacı politikasının ürünü olarak; kıta üstünde kurulan bir koloniden bahsetmekteyizdir. Bir Avusturya’nın da uluslaşma kimliği yoktur; çünkü Germen ırkından gelen Avusturya da Alman kültürünün içinde dillerini kaybedebilecek boyuta ulaşan bir yozlaşmayla karşı karşıya kalmıştır.
Bu yüzdendir ki ulus ve millet kavramlarını birbirinden farklı kavramlar olarak değerlendiririm. Ulus kavramının kökenle bir bağının kopmaması sonucu varken; millet kavramında ise bir revizyonist hava hâkimdir. Yani değişime açıktır. Etkileşime daha müsaittir.
Yani bilinenin aksine; bir görüşe göre ULUS dediğimiz kavram, diğerine göre MİLLET değildir. Tabiatıyla bunlar bir bakış açısıdır.
REJİMİN NİTELİĞİ VE İÇERİĞİ
a) İdeolojik saplantılar
Hangi ülke olursa olsun; belirli bir anlayışa göre yönetilir. Bu anlayış kimi zaman diktatörya, fundamentalizm (köktencilik), şeriat ve demokrasi olarak karşımıza çıkar. Bunların alt dallarında ise izm ler vardır.
Örneğin; diktatöryanın içerisinde: sosyalizm, komünizm, faşizm ilk akla gelen ideolojilerdir.
Fundamentalizm: Kelime anlamıyla köktencilik demektir. Ancak buradaki köktenciliği İslamlık açısından irdelemek sağlıklı sonuç vermez. Bu grupta: gizli tarikatlar ve localar, dini örgütler (evangelistler, masonlar, illuminati, el kaide gibi) ve ağırlıklı olarak dini inanışlara koyu bir şekilde bağlı olan inanç yatar.
Şeriat: Kelime manasıyla hukuk demektir. Yorumlandığında ise İslam hukuku anlayışını ele alan ana sistem olarak göze çarpar. Bugün; İran, Irak, Suriye, Lübnan, B.A.E. gibi İslam menşeli ancak batıyla etkileşime girmiş olan ülkelerin dünyevi tüm işlerinin İslam kurallarına göre yorumlandığı bir anlayış gözümüze çarpar.
Demokrasi: Bilindiği üzere sözlük anlamıyla halk yönetimi demektir. Ancak halkın kendisini ne şartlar yönetebileceği belirtilmemiştir. Bu sebepledir ki ortaya çıkardığı yönetim biçimleri diğer temel düşüncelere göre farklıdır. Örnekleyecek olursak: monarşi, mutlak monarşi, mutlakıyet, meşrutiyet, mutlak-i monarşi, liberalizm ve laiklik olarak örneklerimize kısmen cevap verebilmekteyiz.
İnsanoğlu için en iyi yönetim biçimi şudur diyebilmemiz mümkün değildir. Çünkü her sistemin her rejimin artısı ve eksisi çok fazladır. Buna rağmen insanların insan olma güdüsünden ileri gelen haklarının en iyiye yakın bir şekilde korunduğu sistemi demokraside bulabiliriz.
Demokrasi biraz önce de bahsettiğim gibi, temel değerlerini insan üzerine kurmuş bir sistemdir. Bu yüzdendir ki dünya üzerinde geniş bir şekilde kabul görmektedir. Ancak şu da vardır: hiçbir ülke başka bir ülkenin demokrasiye geçmesini veya ülkenin mevcut düzeninde demokratik değerlere daha fazla yer verilmesi için tehdit, darp ve cebir yoluyla bu ilkeyi sağlamlaştıramaz.
Günümüz demokrasilerine bakıldığında batı tipi demokrasiler ve oryantalizm güdümündeki demokrasiler diye ince bir ayrıma varmamız mümkündür.
Batı tipi demokrasiler her ne şartta olursa olsun; insan egemenliğine insan hak ve değerlerine üst düzeyde bir saygı unsuru içerirler. Durumu bir başka şekilde şöyle de özetleyebiliriz: Devlet insanlar için vardır (Anglosakson hukuk sistemi ve Avrupa Birliği demokrasi modeli).
Oryantalizmin yani Doğuculuğun egemenliği altındaki demokrasilerde ise ismen var olan fakat içeriği doldurulmayan bir sistem, bir demokrasi sistemi gözümüze çarpmaktadır. Bu sistemlerde bireye haklarının ne olduğu konusunda bilgi verilirken birey bu haklarını; Ayetullahların, şeyhlerin, tarikat liderlerinin çizdiği sınırılar içerisinde kullanabilmektedir. Yani demokrasi kavramına dinin müdahale ettiğini gözlemlemekteyiz. Bu durumun özeti ise: insan Devlet için vardır olacaktır.
Ve bir başka sistem biçiminde ortaya çıkan bir modelde demokrasi kavramını da irdelemek gerekir diye düşünüyorum. Mevzubahis olan sistem; 3. dünya ülkeleri diye tabir edilen ekonomik ve kültürel anlamda kalkınmasını tam olarak sağlayamamış ve bu kalkınma eksenini Batı tipi ülkelerin gölgesi altında gerçekleştirmeye çalışan ülkelerde uygulanan sistemlerdir.
Örnek olarak; Afrika ülkeleri, Ortadoğu da ulus olma bilincine varamamış ülkeler verilebilir. Bu tip ülkelerde kavramsal olarak demokrasinin üzerinde durulmaz. Sadece demokrasi gibi bir sistemin var olduğu bilinir. Kendilerine de başkanlarını seçmek vasıtasıyla demokratik bir yönetim anlayışına bağlı kalındığı hissettirilir.
Oysaki demokrasi; sadece kendi yöneticilerini seçebilme hakkını tanımak değildir. Bu şekliyle demokrasi bir yönetim biçimi olmaktan öteye çıkamaz. Hâlbuki demokrasi; yönetim ve yaşam biçimleriyle bir bütündür. Halkın yöneticisini seçmesi ise yaşam biçiminin yönetim anlayışına bir yansımasını ifade eder. Buradan da anlaşılacağı üzere demokrasi tüm ilkeleriyle bir bütünü ifade etmelidir. Yani parçalı demokrasilerle, ilkelerinin bir kısmını kabul etmekle ülkenin demokrat bir ülke olduğunu söylemek mümkün değildir. 

___

.

Siyasette düzen sorunu, bir boşluk sahasının sonucudur. Bir önceki bölümde model bir ülkenin nasıl olması gerektiği üzerine tartışmalarımızı yoğunlaştırırken, bu bölümde de siyasetin kavram tartışmaları ve sihirli işaret fişeklerine değinmeyi doğru buluyoruz. 

Aşağıda yazımızın ikinci bölümü yer almaktadır.

ALT GRUPLARIN EN ÇOK TARTIŞILANI: LAİKLİK.
Köken itibarıyla Fransa’ da, Rönesans ve reform sonucu ortaya çıkan laiklik; bilinen anlamıyla Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade etmektedir. Sözcüksel olarak Eski Yunan’a dayanan laiklik, Machiavelli’nin yönetim anlayışı açısından konuyu değerlendirmesinden sonra insanlığın en çok kafasını karıştıran bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Laiklik; dinsel dogmaların bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki baskılarını gerileten Rönesans ve Aydınlanma çağı düşüncesinden kaynaklandı; özellikle Katolik kilisesinin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden doğdu.(1)
Kilisenin baskıcı anlayışı ve toplum üzerinde kurduğu katı disiplin kuralları sonucunda usçuluk akımı ve olguculuk doğdu. Laiklik de işte tam bu noktada bu iki akımın değerlerinden beslenerek kendine bir mecra buldu. 

Batı toplumlarının ve devlet düzenlerinin laiklik doğrultusundaki evriminin özü, devletin belli bir dini temsil etmekten çıkarılması, din ve devlet ayrılığının sağlanması ve devletin her türlü inanç karşısında tarafsız ve eşit davranmasıdır.

Laik devlet düzenini; din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini de güvence altına alır. Kişilerin dinsel inançlarını seçmek, bunların gerektirdiği bireysel ve toplu ibadetleri yerine getirmek ya da hiçbir dinsel inanç beslememek ve bundan ötürü de kınanmamak konusunda mutlak dokunulmazlığı ve özgürlüğü vardır. ibadet özgürlüklerinin çerçevesi kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir.(2)

Türkiye de ise laiklik için birkaç tanım yapmakta fayda olduğu görüşündeyim. T. Ateş’e göre laiklik ilkesinin belirgin özelliği: egemenliğin kaynağının Tanrı değil Halk’ tır.(3) bu sayede halkın dini değerlerinin devlet yönetiminden soyutlanması gerektiği belirtilir. 

Emre Kongar’a göre ise; laiklik kendi başına, dine karşı bir ilke değildi. Tam tersine, dinsel etkinlikleri, siyasal, toplumsal, kültürel ve hukuksal yaşamdan ayırarak, Türk toplumunun yeniden düzenlenmesi sırasında, İslam dininin Kemalistler tarafından ezilip yok edilmesini engellemişti (4)

Görüldüğü üzere laiklik; dini kurumların siyaset sahnesinden çekilerek, gerçek görevlerini yapması için bir itici güçtür. Doğal olarak laiklik birçok kez tartışmalara konu olmuştur. Çünkü her ülkenin laiklikten anladıkları aynı değildir. Aynı olamazda. Ülkelerin jeopolitik, demografik ve etnik kimlikleri ülkelere bağlı birer bağımlı değişken olduğu sürece laikliğin ülkelerde farklı olarak değerlendirilmesi olanağı ortadan kalkmaz. Bu konuyla ilgili son bir cümleyi sizlerle paylaşarak yeni alt başlığa geçmek istiyorum: Bugün Avrupa da sadece 3 ülke anayasasında laiklik kavramı yer alır bunlar; Fransa, Portekiz ve Türkiye’dir.
YÖNETİME MÜDAHİL OLANLAR veya YÖNETENLER…
a) Baskı grupları:
Baskı grupları tanım itibarıyla iktidar amacı taşımayan ancak iktidarın aldığı kararların kendi lehinde olması için iktidar sahiplerine; nüfuz, nüfus, mali kaynak, geleneksel etkinlik açısından yaptırım uygulayan zümreler olarak tanımlanabilir. 

Özellikle demokratik yönetimlerde varlığını sıkça hissettiren baskı grupları; yönetimleri kendi çıkarları için kullanma çabası içerisine girişmişlerdir. Demokrasisi fazla gelişmemiş olan ülkelerde yönetime direkt olarak etki eden baskı grupları; siyasal iktidarları istediği gibi kullanabilir.

Parlamentonun çıkaracağı veya çıkarmaya çalışacağı bir kararı öncelikle inceleyip değerlendirmek isterler. Bilinen baskı grupları: işçi örgütleri, sendikalar, ticaret ve sanayi odaları, gençlik ve öğrenci örgütleri olarak kısaca özetlenebilir.

Ülkemiz için bakıldığında ilk akla gelen baskı grubu: patronlar kulübü olan TUSİAD’ dır. TUSİAD; siyasal iktidarın karar alma mekanizmasına etki ederek, alınacak olan kararı kendi lehine çevirmeyi hedef alır. En önemli rolünü ise: çeşitli bültenler hazırlama, reklâm kampanyası yürütme, boykot ve borsadan hissedarlarının hisselerini çekmek suretiyle iktidarı tehdit ederek yaptırım gücünü kullanmakla gösterir.

Bu süreç içerisinde ordu’nun bir baskı grubu olduğunu söylemek güçtür. Ordu yerine göre baskı grubudur. Kendisini ilgilendiren konularda şüphesiz ki siyasal otoriteden talepte bulunacak veya siyasal otoriteye görüş bildirecektir.

b)silahsız savaşçılar: medya! 

Bir iktidar ortağı medyayı kullanarak çok rahat bir şekilde iktidar olabilme hakkına sahiptir. Özellikle ülkemizde bu durumu iyi bir şekilde görebiliriz. Gerek görsel gerekse yazılı medya bir partinin iktidar yürüyüşünü rahatlıkla kuvvetlendirebilir veya baltalayabilir.

Bu durum bizlere aslında etik olmayan bir iç hesaplaşmayı ifade eder. Vatandaşların habercilerden talepleri doğru bilgilerin kendilerine ulaştırılması yönündedir. Oysaki haberciler bu isteği tam ters bir şekilde sağlayabilmektedir. Bu da bizde medyanın kalitesini objektifliğini gözler önüne sermektedir.

c) Oligarşik yapılar ve gizli örgütler:
İktidarı yöneten güçler arasında paylaşabileceğimiz son yapılanmalar oligarşik yapılar ve gizli örgütlerdir. Aslında oligarşik yapılarda bir bakıma baskı gruplarının içerisinde sıralanabilir. Aralarındaki fark bu yapıların sınırlı sayıda olması ve iktidar olabilme isteğine sahip olabilmesi kısmındadır. Belli bir sınıf 

egemen yönetimine dayanan oligarşik yapılar; ülkelerin siyasi askeri kültürel birçok kararına istedikleri yön tayin edebilirler.

Gizli örgütler ise daha çok askeri ve dini anlamda bir iktidar kontrol arayışı içerisindedirler. Bu yapılar karar alma sürecinde gizli temsilcileri vasıtasıyla bulunmak isterler. Robert MİCHELS’ in ünlü Oligarşinin Tunç Yasası çalışması bizler için çok sağlam bir kaynaktır. Michels’e göre: siyasal partiler ve işçi sendikaları kaçınılmaz biçimde bürokratlaşma, merkezileşme ve tutuculaşma eğilimindedir. Bir parti ya da sendikanın ideolojisi ve hedefleri başlangıçta ne kadar eşitlikçi ya da radikal olursa olsun, merkezinde mutlaka küçücük bir önderler grubu oluşacak, iktidarı etkin biçimde kullanarak görevliler aracılığıyla işleri yürütecek ve iç bölünme ya da muhalefetle karşılaşıldığında da örgütün varlığını sürdürebilmesini sağlayacak katı bir düzen ve ideoloji gerçekleştirecektir. (5)

Bu sistem mensupları ise: masonlar locası; çeşitli lobiler, tarikat ve cemaatler ve gizli haber alma servisleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
SİYASAL İKTİDAR KAVRAMI VE EGEMENLİK OLGUSU
Çalışmamın başlangıç kısmında kısmen de olsa değindiğim siyasal iktidar kavramını bir başlık halinde tekrar değerlendirmek gerektiği inancındayım. 

Egemenlik; kamu hukuku siyaset felsefesi ve klasik politika biliminde çok fazla yer işgal etmiş bir kavram olarak göze çarpmaktadır

Egemenliğin kaynağını, ortaçağ sonlarını ve yeniçağ başlarını kaplayan uzun bir zaman dilimi içerisinde cereyan eden tarihsel olaylarda aramak gerekir(6)

Egemenlik kavramının ilk defa tanımlamasını yapan ve teorileştiren Jean Bodin’dir. 16. yüzyılın sonlarına doğru yayımladığı Devlet’in Altı Kitabı adlı eserinde egemenliği; ülkede yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlamaktadır. (7)

Klasik Egemenlik anlayışının, tek, mutlak üstün, sınırsız ve bölünmezlik kavramlarını Kapani eserinde şöyle özetlemektedir:

a) her şeyden önce Mutlak ve Sınırsız bir iktidar olarak anlaşılan egemenlik, zamanımızın, hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmaz. Çünkü hukuk devletlerinde en üstün egemenlik hukukun egemenliğidir. Eğer egemenlik, geleneksel olarak ileri sürüldüğü gibi, kendisinden üstün hiçbir güç tanımayan tam manasıyla bağımsız bir irade kudreti anlamına geliyorsa, bu anlamdaki üstün irade kudreti sınırlı iktidar anlayışı ile çatışma ve çelişme halinde demektir.

b) Klasik egemenlik anlayışı tek ve bölünemez olması açısından yeni problemleri de peşinde getirir. Bunların en önemlisi federalizm’dir.

c) Egemenlik teorisi kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmazlık ve çelişme gösterir. (8)

Buradan hareketle klasik egemenlik anlayışının toplumun yeni normlarına uymadığı sonucunu çıkarabiliriz. Klasik egemenlik anlayışı; belirli bir sistem dâhilinde dikta rejimlerinde geçerli olabilecek bir niteliğe sahip olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Egemenliğin mutlak ve devredilemez oluşu ve bu mutlaklığın Halka ait olduğu, egemenliği ancak halkın istediği zaman devri mümkünmüş gibi bir sonuç çıkarmakta mümkündür.

Gerçekten de Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sında –ki bunlar dikta rejimleridir- klasik egemenlik anlayışının yaşayabildiğini görüyoruz.

Oysaki aynı dönemlerde kurulan Türkiye Cumhuriyetinde Atatürk’ün bu şekliyle egemenliği ele almadığını bariz bir şekilde görebiliriz. Çünkü Atatürk’ün düşüncelerine etki eden ünlü filozof J.J. Rousseau Toplum sözleşmesi adlı eseriyle Atatürk’ün kuracağı Cumhuriyet’e fikir babalığı etmiştir.

Rousseau Toplum Sözleşmesinde:

…kendini tek ve aynı bir münasebet altında olmaksızın düşünemeyen egemen, o zaman kendi kendisiyle sözleşme yapan özel bir kişi durumundadır; buradan da görülmektedir ki, kamusal gövde(egemen) için hiçbir türden zorlayıcı temel yasa, hatta toplum sözleşmesi yoktur bile yoktur ve de olamaz (9) diyerek klasik egemenlik anlayışının özgürlükleri kısıtlayıcı bir düşünce anlayışı olduğunu açıklamıştır.

MODERN DÜNYANIN SİYASİ YÜZÜ 

Günümüz politik alanında, çok fazla kavram karmaşalarıyla örülü bir denge ve bu dengenin ortasında bilim üretmeye çalışan siyaset bilimciler kalmıştır. Ne yazık ki geçmiş siyaset bilimciler bıraktıkları tezlerin çalışmaların yanlış bir şekilde yorumlanabileceğini düşünememiştirler. M. Heidegeer, Duverger, Weber J.J. Rousseau, Marx… Gerçekleştirdikleri çalışmalarda toplumların değişim ve başkalaşma faktörlerini kısacası revizyonizmi göz önüne alamamışlardır. Örneğin Max Horkheimer Frankfurt Okulu’nu faaliyete geçerken Marx’ın bıraktığı bilimsel sosyalizm üzerine yeni yorumlar getirmek amacıyla hareket etmişti.

Aynı Horkheimer Sosyal araştırmalar dergisi’nin ilk sayısının önsözünde kuramsal çalışma ile siyaset arasında bir bağ olduğunu belirtirken, amaçlarının “ çeşitli bilimlerin yöntemlerini bugünün toplumunun çelişkilerine uygulamak ve toplumsal yaşamın(…) değişmesi açısından önem taşıyan bir kavramsallaşmaya ulaşmak” olarak tanımlıyordu.(10)

Bu bilgiler ışığında siyaset biliminde bir çok kavramın baştan yorumlanmaya başladığını, özellikle siyasal alana, siyasal olanda egemenlik kavramına ve politik kültüre yönelik bir çok bilgilerin baştan yorumlanmasıyla birlikte sorunun özünden uzaklaşılmış, gerçek teoriler üzerine çalışmak yerine teorilerin eleştirileri üzerine eserler kaleme alınmış ve bu durumda ikinci kez tekrar ettiğim üzere konunun özünden uzaklaşmayı beraberinde getirmiştir.

SONUÇ
21.yüzyılın ilk çeyreği geçmiş siyasal sistemler değerlendirmesi yerine, eleştiriler üzerine yoğunlaşmış; siyasal anlamda yönetim evreninde Kapitalizmin kurduğu dengeler ve bu sistemin doğal bir çıktısı olan Emperyalizmi tetiklemiş, ayrıca uluslaşma ve muhafazakârlık doktrinlerini de dünya gündemine tekrar tartışılmak üzere koymuştur. Bugün dünya üzerinde muhafazakâr düşünce ve ulusçu düşünceye dayalı devlet yönetim biçimleri şekillenmiş, birçok ülkede bu iki sistemi benimseyen iktidarlar ortaya çıkmıştır. Tabiatıyla diyalektik burada da devreye girmiş ve muhafazakârlık ile ulusçuluk arasında bir bileşim yaratılmaya çalışılmıştır. Özellikle kalkınmada geç kalmış, dünya değişim hızına yetişememiş ülkelerde muhafazakârlık ile ulusçuluk sentezi arayışlarını çıplak gözle incelenebilir bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Kimi tarihçilere göre bir çağ kapatıp çağ açan gelişme olarak gösterilen 11 Eylül saldırıları, dünya üzerinde sistemlerin kurduğu demokrasi ve güvenlik kalkanlarının aslında ne derece güçsüz olduğunu bizlere göstermiştir. Bu durum şüphesiz ki Kapitalizmin geldiği son noktayı bize göstermiş bundan sonrası için din ekseninde karşılıklı gerilimlerin artışına da imkân tanımıştır.

Kim bilebilir belki de Huntington çalışmasında haklı da çıkabilir.

Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle…
SAYGILARIMLA
İlker EKİCİ /politika dergisi
Dipnot / Kaynakça
1) ANA BRITANNICA; 20. SAYI. SF:187; laiklik maddesi
2) A.g.e
3) Toktamış ATEŞ; DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE LAİKLİK; Ümit yayıncılık; Ankara sf:142;1994
4) Emre KONGAR; 21.y.y. da Türkiye; sf:121;remzi kitabevi 38.baskı Eylül 2006
5) ANA BRITANNICA;24. SAYI SF:174 Oligarşi Maddesi
6) Münci Kapani; Politika Bilimine Giriş; BİLGİ YAYINEVİ 17.BASKI Eylül 2005 Sf:55
7) A.g.e sf:57
8) A.g.e Sf:59–61
9) J.J.ROUSSEAU. Toplum Sözleşmesi; Paragraf Yayınevi Çev: Turhan Ilgaz. 2005 Sf: 50
10)Frankfurt Okulu; Doğu- batı Yayınevi Önsöz kaynakçası: zeitschrift für sozialforschung( sosyal araştırmalar dergisi 1932)
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU