Aşk ve Mantık…


İnsan yaşamında akıl kadar duygular da önemli ve yönlendiricidir. Hatta akla bırakılmayacak kadar öncelik verdiğimiz duygusal kararlarımız da vardır.  Önemli olan aklımızla kalbimizin uyumunu sağlayabilmektir.  En baskın duygularımızdan biri “korku” diğeri ise “sevgi” dir.  Kendimizi kaygılı, kuruntulu, şüpheci, dışlanmış hissettiğimizde; suçluluk duyup vicdan azabı çektiğimizde mutsuz oluruz.  Bu duyguların içinde sevgi yoktur; korktuğumuz şeyleri yaptığımız için veya yapmak zorunda bırakıldığımız için mutsuzuzdur ve kendimizi iyi hissetmeyiz.  İyilik, güzellik, dostluk, kabul görmüşlük, aşk ve sadakat adına kendimizi güvende hissettiğimizde de mutlu oluruz.  Bu duyguların içinde sadece sevgi vardır; korku bavulunu alıp çoktan çıkmıştır yola.  Sevginin de, korkunun da yürekte hissedildiğine, orada yaşadığına inanırız. Ve aynı anda ikisi bir arada yaşayamaz; biri diğerini yok eder. Tam da bu yüzden, Allah’tan korktuklarını söyleyenlerin onu sevdikleri inandırıcı gelmez bana.  Sevmenin de, aşık olmanın da en güzel yanı, sadece sizin hissedebileceğiniz bir duygu olmasıdır.  Alınmaz, satılmaz ve hiç kimse bu duyguyu yaşamanıza mani olamaz.  Ama daha da önemlisi, iki yüreğin aynı sevgiyle çarpmasıdır ki, farklı tanımları olsa da, bunun adı aşktır. Ve aşk, insanların yaşam ve enerji kaynağıdır.  O zaman sevgiye ve aşka yüz çevirmek niye?

Yediden yetmişe herkesin bir aşk hikayesi vardır.  İster yüreğinde düğümlenip kalsın, ister yaşasın; mutlaka vardır. “Hiç aşık oldunuz mu?” diye bir anket yapılsa %99 “evet” yanıtı alınacak bir sorudur bu.  Aynı kişilere “şu anda aşık mısınız?” veya “aşkı yaşıyormusunuz?” diye sorulsa kaç kişi “evet” der bilemiyorum.  Sahi, içimizde fırtınalar koparan arzu ve istekler dışarı çıkmasın diye kim duvar örüyor içimize?  Bu geçit vermez tuğlaları üst-üste dizen beynimiz mi?  Delicesine yaşamak istediğimiz arzu ve isteklere gem vurduran bilinçaltımıza kazınan yasaklar ya da deneyimlerimiz mi?  Yasaklara boyun eğerek, ruhumuzda yaralar açan deneyimlerimizin tekrarlanacağından korkarak görünmez hapishanelerde yaşamayı kendimiz seçmiyormuyuz?  Aşkı yaşamaktan neden bu kadar korkuyoruz?

Aileler çocuklarını genelde zaman ayarlı planlarına göre şartlandırarak büyütürler. Çevre koşullarına, eğitime, meslek seçimine vb. göre farklılıklar gösterse de, insanların bilinçaltlarına nesilden-nesile sür-git devam eden zaman ayarlı yaşam şablonu kazınmıştır.  Kaba çizgileri ile,  ”okul bitecek, askere gidilecek, el ekmek tutacak (para kazanılacak) evlenilecek, çoluğa – çocuğa karışılacak.. vb.  Sözde yaşam standardını yükseltmek adına, “evim, arabam, yazdığım, teknem olacak gibi sahip olunmak istenen şeyler de planın içinde olabilir.  Ama dikkat edilirse, bu planın hiçbir aşamasında “….’ den önce, “….’ den sonra aşık olacağım” diye bir madde yok.  Yoktur; çünkü aşık olmak planlanmaz;  aşık olunur.  Bu nedenle de, aşkın ne zaman, nerede, hangi yaşta, hayatın hangi evresinde yaşanacağı önceden bilinemez.  Nitekim şöyle bir ardımıza bakarsak, bizi daha bir insan yapan, tadı damağımızda kalmış, yaşadığımızı hissettiren aşkların, plansız aşklar olduğunu görürüz.  Doyasıya, ölesiye, geberesiye yaşadığımız aşklardan söz ediyorum.  Hani şu aşkın tadı da, acı ve ıstırabı da bilinmediği için doğru/yanlış çıkarımı yapan mantığa kulağımızı tıkadığımız aşklardan.  Hesapsız-kitapsız, önünü-sonunu düşünmeden cahil cesaretiyle yaşanan aşklardan.  Hani hayatta sevmekten daha önemli hiçbir işimizin olmadığını sandığımız, uğruna nice köprüleri yaktığımız, bir kaş çatılmasıyla ölüp, bir sıcacık gülümsemeyle hayata döndüğümüz sevdalarımızdan. Heyecandan yüreğimizin ağzımıza geldiği, “seni seviyorum” diyerek yüreğimizdeki yükü boşalttığımız, güldüğümüz, ağladığımız, utandığımız kalp çırpıntılarımızdan..  Belki hayatımızda en aptal duruma düştüğümüz, en saçmaladığımız ama en dürüst ve en kendimiz olduğumuz, en güçlü – en zayıf hallerimizi yaşadığımız sevmelerimizden.

İşte hissettiğimiz yoğun duygularla romanlar, şiirler yazarak ebedileştirdiğimiz, tuvallerde can verip notalarla ölümsüzleştirdiğimiz bu aşklar zamanla

Bitiyor.  “Nasıl ve neden bitiyor?” ayrı bir yazı konusu; sonuçta bitebiliyor.  Geriye aşkı acısıyla, tatlısıyla deneyimlemiş insanlar kalıyor.  Bu insanlar, yeni

Med-cezirleri yine ve yeniden yaşamaktan korkuyorlar.  Çünkü, bilgi ve deneyim her konuda insanlara özgüven verip yüreklendirirken, iş aşka gelince fren

Etkisi yapıyor.  İlk aşkları yaşarken acısını, ıstırabını, kıskançlığını, mutluluğunu, terk etmeleri, terk edilmeleri, rekabeti ve ihanetleri de dibine kadar yaşayarak öğreniyoruz.  En önemlisi aşk acısı denilen şeyin kaybetme korkusundan kaynaklandığının farkına varıyoruz. Tam yaralarımız kabuk bağladı derken, hiç olmadık yerlerde çıkıveriyor anılar karşımıza.  Kimi fotoğraf en mutlu olduğumuz anı hatırlatıyor, kimi şiir dört mevsimi yaşatıyor bir günde.  Bir müzik parçası bu yaraları kanatmaya yetiyor.  İşte yüreğimiz birisine aktığında veya aşk kapımızı çaldığında geçmişte yaşadığımız ihanetleri, terk edilişleri, yanlış seçimleri getirip önümüze koyuveriyor aklımız.  “Yine bunları mı yaşamak istiyorsun?” diyor.  Mantık kapıda nöbet tutuyor zaten; elinde aşk reçetesi hazır!  “bir ölçek ihtiyaç, bir ölçek görev, iki ölçek geleceğin garantiye alınması, alabildiği kadar aşk”; “daha iyisi Şam’da kayısı” diyor.

Aynı acıları yaşamamak adına, aynı hazları yaşamaktan da vazgeçiyoruz.  W.Shakespeare yaklaşık 4 asır önce “insanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor” saptamasını yapmış.  Görünen o ki 400 yıllık geçen sürede, insanların sevme ve aşık olma korkularında bir değişiklik olmamıştır.   Kimselere güvenmiyoruz. Tesadüflerin karşımıza çıkardığı insanlara kuşkuyla bakıyoruz.  Uzatılan her eli, “ne çıkarı var acaba?” korkusuyla avuçlarımızın arasına alamıyoruz.  Uzak duruyoruz yeni başlamalardan.  Üstelik çoğumuz hayatı da, aşkı da kendi doğrularımıza göre yaşamaktan çekiniyoruz.  Yaşamaya açık değiliz. Önünü-sonunu hesaplamadan maceraya atılamıyoruz.  Yaşamımızın her alanında “el-alem ne der?” baskısı var. Yaşam tarzımızı el-alemin onaylayacağı şekilde yaşıyoruz veya yaşıyor(muş) gibi gösteriyoruz; kendimiz olamıyoruz.  Hayatımız planlı, dışına çıkarsak dünyanın dengesi bozulacak sanıyoruz.  En güzel günler “henüz yaşanmamış olanlardır” deyip, gelecekte yaşayacağımızı sandığımız günlerin hayali ile avutuyoruz kendimizi.  Üstelik yıllar sonra, ne kadar uzun bir hayat yaşadığımız söylendiğinde, içinde kenedimiz için yaşadığımız günlerin ne kadar az olduğunun farkına varıp, acısıyla kıvranacağımızı bile-bile.  Aklını susturamayıp, mantığın reçetesini uygulayanlar, bedenleri ile aşkı yaşasalar da, büyük ihtimalle ruhlarıyla gerçek aşkı yaşayamayacaklardır. /Yüksel Erdoğru / 30 Mayıs 2009

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU