Korku ve Kaygı….


Vietnam Sendromu
‘İlk Kan’ filminde Sylvester Stallone , ilk Rambo filminde tipik bir Amerikan kasabasında amaçsız dolaşan serseri bir tipi canlandırıyordu. Bu kasabalarda yabancılar sevilmez ve kuşkuyla karşılanır. Kasaba şerifi de bu serseri görünüşlü gencin yanına giderek ‘ne için buraya geldiğini, ne zaman gideceğini’ sordu. Bir süre sonra da gencin tipini beğenmeyerek gözaltına aldı. Oysa bu tipsiz genç Vietnam’da savaşmış, komando eğitiminde başarılı birisiydi, Rambo. Kendisine yapılanları hazmedemeyen Rambo bütün polis güçlerini peşine takıp dağa çıkacak ve hepsiyle başa çıkacaktı. Oraya gelen komutanının ”Bunları neden yaptın” sorusuna, adına ‘Vietnam Sendromu’ denilen olayı açıklayan bir yanıt verecekti:
”Biz Vietnam’da ölümle karşı karşıya savaştık. Biz orada savaşırken sandık ki sizler burada bizi düşünüyorsunuz. Dönünce kendimizin kahraman sayılacağını düşünerek güçlükleri atlatmaya çalıştık. Ama geldik gördük ki böyle bir şey yokmuş. Herkes burada her zamanki hayatını yaşıyor, keyfine bakıyor, durumlarını düzeltiyormuş. Biz geldik, yüzümüze bakan olmadı; iş aradık, bulamadık; geceleri kâbuslar görüyoruz, bir yerde duramıyoruz, kimse sormuyor bile. Biz boşuna savaşmışız, yaptıklarımızın hiçbir önemi yokmuş, şimdi de işe yaramaz posalarız. İşte yaptıklarımın nedenleri.”
İlk Kan filmi basit bir aksiyon filmi sayıldı ama verdiği bu mesaj çok önemliydi. ‘Vietnam Sendromu’ denilen bu durum sonradan ‘4 Temmuz’ filminde Tom Cruise tarafından da canlandırılıyordu. O savaşta sakatlanmış bir gazi, yapılan bir ‘4 Temmuz’ töreninde öfkesini beklenmedik biçimde dile getiriyordu:
‘Neden? Neden biz bu durumdayız? Neden savaştık? Neden kollarımızı bacaklarımızı kaybettik? Neden arkadaşlarımız orada öldüler? Neden?’ …
Yaptıkları için haklı nedenler bulamamak.
Yaptıklarına anlam verememek.
Kendi gözünde değersizleşmek.
İşe yaramadığı duygusunu almak.
Vietnam Sendromu budur.
Kurtuluş savaşları dışındaki bütün savaşlarda insanlar bu soruyu sorarlar: ”Neden?” …
11 Eylül’de yeni bir sendrom doğmuştur: Manhattan Sendromu. ‘Manhattan Sendromu’ da ‘hiçbir yerin ve kimsenin güvende olamayacağını’ açıklayan bir dehşet duyusudur. İlk şokun ve dehşetin arkasından öfke ve intikam alma duygusu gelecektir. Toplumlar artık bu ‘dehşet-öfke-intikam’ üçgeninde istendiği gibi yönlendirilirler. Savaş haklı görülür, karşıda olanlar düşman görülür, her türlü şiddet uygulaması ‘haklı bir karşılık’ görülür ve bütün dünya sonu belirsiz bir kan davasına sürüklenir. Böyle de olmuştur.
Bir süre sonra ‘Afganistan Sendromu’ yaşanacaktır. Olaylar geliştikçe, dağlarda terörist avı olarak tanıtılan savaş uzayıp genişledikçe bu sendrom da kendini oluşturacaktır. Artık dünyanın hiçbir yeri güvende olmayacak, Amerikan rüyası ‘Amerikan paranoyası’ na dönüşecek, sonra da her şey başlangıçtaki anlamını kaybedecektir.
Sendrom;
neyin, neden yapıldığı bilinmeyen,
başlangıçtaki amaçların kaybedildiği,
insan maliyetinin giderek arttığı,
yapılanların umulanı vermediği,
giderek beklenmeyen sonuçlar yarattığı,
yapılanların insanların hiçbir işine yaramadığı bir durum olacaktır.
Travmalar çağı…
Prof. Dr. Vedat Şar ‘travmatik yaşantının ruhsal etkileri’ ni şöyle belirtiyor:
Travmatik yaşantılar olağan boyutları aşan düzeyde strese neden olan olaylardır. Terör gerek bizim toplumumuzda gerekse giderek artan ölçüler içinde dünyada sayısız insan için travmatik yaşam deneyimlerine neden olmaktadır (Travma-iz bırakan yaralanmalar).
Özellikle insanın insana yaptığı kötülük sonucunda oluşan travmatik yaşantılar, üstelik yineleyici iseler daha da derin bir etki bırakırlar. İnsanın düşüncelerini, yaşama bakışını etkilerler. Örneğin insanın zihninde travmatik deneyime bağlı birçok olumsuz kalıp düşünce (negatif kognisyonlar) yerleşir ve etkinliklerini gizliden gizliye yıllarca sürdürürler: Mademki bu benim başıma geldi, ben buna neden olacak bir şey yaptım ya da bunu hak eden birisiyim, kötüyüm, uğursuzum ya da değersizmişim gibi düşünceler zihninde cirit atar.
Travmanın önde gelen etkisi kişinin yaşamında bir kesiklik yaratmasıdır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Travmanın bir öncesi bir de sonrası vardır. Sanki bireyin de iki yaşamı olmuştur, birbirinin aynı olmayan.
Bunun yanı sıra travmaya uğrayan kişi bunu yaşamayanlardan ayrı hisseder kendini. Artık ‘o’ , başka bir topluluğun parçasıdır. Bu bireyi toplumdan ya da bir toplumu başka toplumlardan uzaklaştırabilir. Travmanın etkilerinin giderilmesi için kopan bağların yeniden kurulması gereklidir. Bu ise ancak belirli bir süre içerisinde ve bir tür ruhsal hazmetme sürecinden sonra gerçekleşir. Travmayı hazmeden kişi bunu aşar, yaşadıklarından bazı erdemler üretir ve diğer insanların yararlanmasına sunar. Kimi insan ise yaşadıklarını bir apse gibi beyninde tutar, kalan yaşamında aldığı kararlarda bunun hep bir etkisi olur. Sanki bir yabancı cisimle birlikte yaşamaktadır.
Travma tanımı iki yönlü. Kişi için olayın anlam ve önemi de bir olayı travmatik kılıyor. Amerika’daki terör olayları kendi başına devasa boyutlarda olmasının ötesinde Amerikan toplumu açısından bu boyutları da aşan bir etki yaptı. Çünkü Amerikan insanının günlük yaşamında ‘dokunulmaz ve değişmez saydığı’ şeyleri değiştirdi. O nedenle, herkes ‘Artık dünya eskisi gibi olmayacak’ diyor. ‘Çünkü dokunulmaz sayılan şeylere dokunuldu.’
Bu konuya bir örnek olarak iki ayrı ülkede yaşanan ‘tren kazaları’ nı gösterebiliriz. Hindistan’da bir tren kazası olduğu zaman yaşanan etkiler ile Almanya’da yaşanan bir tren kazasının etkileri aynı olmaz. Çünkü, Hindistan’da bir tren kazasının olması için daha çok neden olduğu düşünülür (teknolojinin geriliği, görevlilerin dikkatsizliği, trenlerin aşırı doluluğu vb.), oysa Almanya’da bir tren kazası olağandışı sayılır (teknoloji çok iyidir, görevliler çok dikkatli ve metodiktir, trenler gerektiği kadar yolcu alır vb.). Beklenmedik olayların travmatik etkileri daha fazladır ve sonuçları da daha kalıcıdır.
Dr. Vedat Şar’la sürdürüyoruz: ”Dünyada geniş ölçüde travmatize olan toplumların ya da travmatize olmuş bireylerden oluşan toplumların yaşadıkları ruhsal kırılmayı (kendine verdiği değerde düşüşü) tamir etmek peşinde büyük maceralara atılabildiği bilinir.” Bazı yazarlar, Nazi Almanyası’nın doğuşunda Birinci Dünya Savaşı’nın yenikliği ve o savaşta yer alan binlerce Almanın yaşadığı travmatik deneyimlerin tamir edilmesi yönünde bir çaba sarf edilmemiş olmasının, hatta bu savaşta travmaya bağlı ruhsal sorunlar geliştiren askerlerin küçümsenmesinin de rol oynadığını savunurlar. Biraz da deneyimlerden hareketle İkinci Dünya Savaşında ve Vietnam Savaşı’nda ‘savaş psikiyatrisi’ ne, askerlerin rehabilitasyonuna büyük önem verilmiştir.
O bakımdan, Amerikan toplumunun maruz kaldığı bu büyük acı ve travmatik boyutlara varan ruhsal tehdidin dünyada yeni savaşlar için psikolojik bir zemin oluşturmaması önemlidir. Ne yazık ki, ekonomik sorunların büyüdüğü bir dünyada bu konuda politikacılardan duyarlılık beklemek güçtür ve terörün devam etmesi halinde bu yarayı daha da deşeceğini ve bir kısır döngünün oluşabileceğini dikkate almak gerekir.
Dr. Rollo May , insanın yalnızlığını ve terk edilmişlik duygusunu, ‘toplumsal değer yargılarının çöküşü’ ne bağlıyor:
”On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda meydana gelen değişiklikleri görmezden gelemeyiz. Tekelci kapitalizm anlayışının ve büyük holdinglerin egemenliğine girmiş günümüz ekonomilerinde ayakta durmayı başaran kaç tane bireysel girişimci var? Kendi kendilerinin patronu olmakta ısrar edebilenler sadece doktorlar, psikoterapistler ve çiftçiler gibi birkaç meslek grubunun temsilcileridir ki onlar bile fiyat oynamalarından ve bitmeyen iniş çıkışlardan etkilenmeye mahkûmdurlar.
Bizlere hep yanımızdakinden daha üstün olmamız öğretildi ama, yirminci yüzyılın iş dünyasında başarı ekip çalışmasıyla elde ediliyor.
Sosyal kazançları hiç hesaba katmadan salt bireysel çıkarlara yönelik girişimlerin topluma doğrudan faydası olmuyor. Daha da önemlisi bu tip bireysel rekabet -karşınızdakinin başarısızlığının sizi mutlu ettiği türden- ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor. Herkes birbiri için potansiyel bir düşman haline geliyor ve önleyemediğimiz bu hisler yüzünden gün geçtikçe yalnızlığımız ve terk edilmişliğimiz inanılmaz boyutlara ulaşıyor. Geçmişte ne zaman bu düşmanlığımız yüzeye çıkacak olsa, soluğu hemen çeşitli yardım kulüplerinin üyelik toplantılarında aldık. 1920’lerin ve 1930’ların Rotary kulüplerinden optimist derneklerine kadar her türlü organizasyona katıldık. İyi birer insan olmaya ve çevremiz tarafından itibar görmeye gayret ettik.
Bu durumun en güzel örneğini Arthur Miller ‘in ‘Satıcının Ölümü’ adlı oyunundaki baş karakter Willie Loman ‘da bulabiliriz. Willie’ye öğretilen ve onun da oğullarına öğrettiği kural, her zaman diğerlerini geçmek ve ne pahasına olursa olsun çok para kazanmaktır ve bu da inisiyatif almakla mümkündür. Oğulları basketbol takımının deposundan top ve malzeme çaldıkları zaman Willie Loman onların ‘hiçbir şeyden korkmayan tipler’ olduğunu düşünüp mutlu olur ve antrenörlerinin de cesaretlerinden dolayı çocukları kutlayacağına inanır. Bir arkadaşı ona ‘hapishanelerin hiçbir şeyden korkmayan tiplerle dolup taştığını’ hatırlatması üzerine ise Willie ‘Borsa da bu tiplerle dolu’ şeklinde cevap verir.
Tıpkı yirmi sene önce hemen herkesin yaptığı gibi Willie de rekabetçi ruhunun kötü yönlerini sevilen bir insan olmak suretiyle telafi etmeye çalışır. Yıllar geçtikçe çalıştığı şirketin politikası değişir ve Willie’nin işine son verilir. Willie hazırlıksız yakalanmıştır, büyük bir çaresizlik içinde ‘Ama ben en sevilen elemandım’ diye kendi kendine mırıldanır durur. Değer yargıları konusunda büyük bir açmaza girer -neden ona öğretilen hiçbir şey şimdi işine yaramamaktadır- ve bu iç çatışma en sonunda onu intihara sürükler. Mezarı başında oğullarından biri hâlâ onun bir numara olmak gibi yüce bir amacı olduğunda ısrar ederken diğer oğlu, Willie’yi ölüme götüren nedeni çok açık biçimde dile getirir: ‘O kim olduğunu asla bilemedi’ …”
Rollo May bu ufuk açıcı analizlerinde yalnız değil. Son yılların en önemli psikiyatrlarından biri olan Karen Horney de ‘Çağımızın Nevrotik İnsanı’ nın temelinde onu yalnızlaştıran, onu korkutan, kaygılandıran hırslı rekabet ortamını sorumlu tutar.
İnsanlar artık içine itildikleri çukuru görebilecekler mi?
Yoksa ‘savaşa devam’!
——–
Birbiri ardına meydana gelen terör olayları, çocukların güven duygularını zedeledi
Anne, baba korkuyorum…
Aile, birlikte izlenen haberlerde ya da çocuk tarafından izlenen yayınlarda görülenler konusunda çocuğu aydınlatacak ve rahatlatacak açıklamalar yapmaya özen göstermelidir. Çocuğun duygu ve düşüncelerini açıklaması desteklenmeli, konuşarak bunları açıklamasına önem verilmelidir.
Olaylardan ve konulardan kaçarak çocukları aşırı korumaya çalışmamak, sorunlarını çözme gücünü azaltmamak önemlidir. Tersine, hangi konu olursa olsun çocuğumuzla paylaşmayı, onun kendini ifade etmesini, ne düşündüğünü anlatmasını destekleyerek çözüm bulma gücünü arttırmamız doğrudur.
– ‘Baba, sen de askere gidecek misin?
– ‘Hayır canım, şimdi nereden çıktı bu?
– ‘Ama hep babalar asker oluyor bak. Hiç anne yok orada’ .
Anne, baba birbirlerine bakarak gülümsediler, çocukların neye dikkat edeceği, neler soracağı hiç belli olmuyordu. Televizyondaki görüntülere ilişkin çocuk yorumları çoğunlukla şaşırtıcı oluyordu. Gelip geçiveren bir görüntü çocuğun dikkatini çekiyordu da büyükleri çok ilgilendiren bir haber çocuk için hiç önem taşımıyordu.
Bu özelliğin televizyondaki şiddet görüntüleri için de geçerli olduğu sonradan anlaşıldı. Büyüklerin ‘Aman çocuğumuz bunu izlemesin’ diye kaygı duydukları görüntülerle, ‘Bak bunda bir şey yok’ dedikleri sahnelerin çocuklar tarafından farklı yorumlandığı anlaşıldı. Ama çocuk korkularıyla savaş haberleri, terör saldırıları arasında ilişki olduğu da bir gerçek. Prof. Dr. Bahar Gökler , bu konuya dikkat çekerek ‘Ülkemizde ve dünyada son günlerde ardı ardına yaşanan şiddet eylemleri değerlendirildiğinde bu eylemler, çocukların güven duygusunu zedelemektedir’ diyor. (Prof. Dr. Bahar Gökler-Terör Karşısında Çocuklar-Cumhuriyet Gazetesi, 04.10.2001)
Sevgisiz ortam
Prof. Dr. B. Gökler; ‘İçinde yaşanılan sokak, mahalleler, toplum ya da evren, belki de tüm erişkinler dünyası artık güvenilmez, tehlikelerle dolu, örseleyici, düşmanca, sevgisiz bir ortamdır’. Bu çizgilerle belirtilen çerçeve çocukların da, erişkinlerin de artık hiçbir şeye güvenemedikleri yaşama ortamını çok iyi betimlemektedir.
Çocukların yaşamak zorunda oldukları
erişkinler dünyası
güvenilmez
tehlikelerle dolu
örseleyici
düşmanca
sevgisiz
bir ortamdır.
Çocukların karşı karşıya kaldığı tehditler, çaresizlik, örselenme, bundan daha açık anlatılabilir mi?
Bahar Gökler, Üzeyir Garih olayını, sonraki günlerde yaşanan canlı bomba dehşetini anımsattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:
”Onu izleyen günlerde New-York’ta yaşanan olaylar, New-York’lu çocukların belleklerinde, belki de doğrudan yaşantılarında silinmeyecek izler bırakmıştır. Şimdi ise Afganistan, Irak, Lübnan gibi Ortadoğulu pek çok ülkenin çocukları ve onların anne-babaları, niteliği belirsiz bir savaşta yok edilme, yok olma korkusunun ürkütücü baskısı altındadır. Toplumsal sapkınlıkların, toplumdaki şiddet eyleminin bir tür aynası ya da sözcüsü olan, sağduyu ve nesnellikten uzak bazı kitle iletişim araçları yoluyla taşınan bu şiddet birikimi, zaman zaman ‘medya terörü’ niteliğinde, bireyleri çarklarının acımasız dişlilerinde öğütmekte, savunmasız insanları, hatta çocuk ve gençleri, toplumsal şiddet gereksiniminin kurbanı durumuna getirmektedir.
Bu eylemler, çocukları yoğun, baş edilmesi güç bir çaresizlik duygusuyla karşı karşıya bırakmıştır.
Ülkemizde ve dünyanın değişik yörelerinde çocuklar, erişkinler tarafından kurgulanan değişik boyuttaki terör eylemleri sonrası fiziksel ve ruhsal yönden ileri derecede örselenmekte, bu eylemler karşısında gerek kendi fiziksel, bilişsel ve ruhsal donanımları yeterli olmadığından gerekse zaman zaman anne-babaları da olayla baş etme, yol gösterme, koruma, yatıştırma yönünden yetersiz ve çaresiz kalabileceğinden, çok yoğun bir korku, güçsüzlük ve ne yapacağını bilememe duyguları yaşayabilmektedirler.”
Prof. Dr. Bahar Gökler, yazısının bu bölümünde anne babaların çocuklarını bu olayların etkilerine karşı ‘koruma, yatıştırma, olayla baş etme, yol gösterme’ işlevlerine de işaret etmekte, ancak onların da kendi sorunları nedeniyle bu işlevlerini zaman zaman yapamayacaklarına dikkat çekmektedir.
Her felakette olduğu gibi, terör ve savaşlarda ‘önce çocuklar ve kadınlar’ ilkesi işlemektedir, bunların acısını en çok çocuklar ve kadınlar yaşamaktadır. Elbette bütün toplum bu olayların etkisini derinden hissetmekte ve payına düşeni çaresiz kabullenmektedir.
‘Etkiler demeti’
Elbette olayları yaşayan-yaşamayan, yakın çevresinde kayıpları olan-olmayan, çevre desteğine sahip olan-olmayan, geçmiş yaşantısında ruhsal travma yaşayan-yaşamayan çocuklarda bu etkiler farklı olacaktır. Ancak bu olayların tümünün de dereceleri farklı ruhsal travmalar olduğu bilinmelidir. Ruhsal travmalar (yaralanmalar), sonradan PTSS (Post-travmatik-stres-sendromu) denilen bir ‘etkiler demeti’ ne yol açmaktadır. Bu ‘etkiler demeti’ nde neler görülmektedir:
* Travmatik olayın çeşitli şekillerde yeniden yaşanması: (a) Olaya ilişkin, elde olmaksızın tekrar tekrar anımsanan ve sıkıntı yaratan anılar, (b) olaya ilişkin sık sık görülen ve sıkıntı yaratan rüyalar görme, (c) travmatik olayın bir kısmını ya da tümünü içeren oyunları tekrar tekrar oynama, (d) travmatik olayı sanki yeniden yaşıyormuşçasına davranma ya da bu şekilde hissetme, (e) travmatik olayı hatırlatan olaylar, kişiler ya da nesnelerle karşılaşıldığında yoğun bir psikolojik sıkıntı duyma ve fizyolojik tepki gösterme.
* Çevreyle olan etkileşimde ve çevreye verilen tepkilerde azalma: (a) Daha önce zevk alınan etkinliklere ilginin azalması, (b) ebeveynler ve arkadaşlardan duygusal olarak uzaklaşma, (c) yoğun duygulara karşı toleransın düşmesi ve bu duygulardan kaçınma.
* Aşırı uyarılmışlık durumu (aşırı sinirlilik, uyku sorunları, okulla ilgili işlere dikkatini yeterince verememe).
* Kayıplarla birlikte ortaya çıkan kayıp ve yas duyguları.
* Evden uzak kalma sonucu ortaya çıkan ev özlemi, yeni ortama yabancılaşma duygusu ve öfke.
* Ebeveyn ve kardeşlere aşırı bağlanma.
* Ayrılık kaygısı belirtilerinin ortaya çıkması.
* Gelişimsel süreç içinde kazanılmış olan bazı becerilerin kaybedilmesi (örneğin, tuvalet eğitimi).
* Travmatik olayın tekrarlanacağına ilişkin korkular.
* Başkalarının zarar gördüğü, yakınlarının yaralanması hatta ölümüyle sonuçlanan bir travmatik yaşantıdan sağ olarak kurtulmuş olmaktan dolayı duyulan suçluluk duygusu.
* Hayata ve başkalarına ilişkin güven duygusunun sarsılması.
* Geleceğe yönelik karamsarlık.
Ruhsal travmalar
Prof. Dr. Bahar Gökler, yazısına ek olarak gönderdiği bu bilgilere ilişkin olarak bir dikkat çekme notu da ileterek ‘Savaş kaynaklı psikolojik travmanın çocuğun gelişimine etkisi incelenirken, savaş sırasında karşılaşılan travmatik yaşantıların çeşitliliği ve travmaya maruz kalma düzeyi (çocuğun kaç kere travmatik olaya, ne sıklıkta ve ne süreyle maruz kaldığı) ele alınması gereken önemli etmenlerdir’ demektedir.
Kişilik gelişimi
Elbette böylesine ruhsal travmalara uğramak, çocuğun kendisinin ya da yakınlarının bu olayların içinde yaşaması, yakından tanık olması, yaşamının önemli ölçüde değişmesi ile olabilecektir.
Çocukların olaylardan etkilenmelerinin altyapısında, çocukların daha önceki kişilik gelişimlerinin de rolü vardır.
Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes , ‘fobi ve kaygı bozuklukları’ olan çocukların kişilik gelişiminde iki temel yol söz konusudur diyerek:
1. Bu çocuklar bağımlı, talepkâr, ailelerine tutunma ihtiyacı olan ve irritabl (çabuk etkilenen) tipler olarak gelişirler. Duyarlı kişilerdir, yarışma ve rekabetten kaçınırlar, pasif kişilik izleri taşırlar, ikincil depresyon sıktır.
2. Korku ve fobileri ile başetmek için agresif (saldırgan), maladaptif (uyumsuz) davranışlar geliştirip korkuları ile kontrfobik (korkmadığını gösteren) defanslarla başederler.
Demek ki çocuk yetiştirmede önemli bir konu olan ‘bağımlı çocuk- bağımsız çocuk’ konusu, ‘çocuk korkuları ve kaygıları’ alanında da önem taşıyor. Bağımlı yetişen, hep yakın destek arayan çocuklar çeşitli olaylardan daha çabuk, daha çok etkileniyor. Bağımsız yetişen çocuklar ise korku ve kaygı yaratabilecek konularda kendi sorunlarını çözmeye daha yatkın oluyorlar. Çocukların bir bölümü de korkularını ‘korkmayan tavırları’ yoluyla yenmeye çalışıyor.
(Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi-Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes, ilgili bölüm)
Terör ve savaş olaylarında, çocukların etkilendiği bir gerçektir. Ancak olayların içinde yer alan çocukların uğradığı travma elbette derin ve etkileyici olacaktır. Olayların içinde olmayan ancak aile içi konuşmalarla, televizyon yayınlarıyla ve benzeri yollarla terör ve savaşa ilişkin çocuk yorumları ve etkilenmeleri nasıl anlaşılabilecek, bu konuda neler yapılabilecektir?
Öncelikle çocukların ‘nasıl etkilendiği’ önemlidir. Olaylar çocukların çoğu için kendilerine ya da ailelerine ilişkin bir tehdit olarak algılanmaz. Bu noktada çocuğun günlük hayat içindeki davranışlarına bakmamız gerekir. Çocuk günlük hayatını rahatça sürdürüyor, davranışlarında tedirginlik görülmüyorsa fazla etkilenmediği düşünülebilir.
Aile desteği
Gene de her konuda olduğu gibi bu konuda da ailenin desteği ve paylaşımı çok önemlidir. Aile, birlikte izlenen haberlerde ya da çocuk tarafından izlenen yayınlarda görülenler konusunda çocuğu aydınlatacak ve rahatlatacak açıklamalar yapmaya özen göstermelidir. Çocuğun duygu ve düşüncelerini açıklaması desteklenmeli, konuşarak bunları açıklamasına önem verilmelidir. Bu konuların aşırı etkisi fark edilir, çocuğun etkilendiği düşünülürse psikolojik destek almakta çekingenlik gösterilmemelidir.
Burada dikkat edilecek en önemli nokta, çocukları olaylardan ve konulardan kaçarak aşırı korumaya çalışmamak, sorunlarını çözme gücünü azaltmamaktır. Tersine, hangi konu ve olay olursa olsun çocuğumuzla paylaşmayı, onun kendini ifade etmesini, ne düşündüğünü anlatmasını destekleyerek çözüm bulma gücünü arttırmamız doğrudur. Bizim için de önemli olan kötümserlikle hayattan kopmamak, her durumda olumlu bir yaklaşımla sorunları çözebileceğimiz konusunda özgüvenimizi yitirmemektir. Sorunları çözmek için gereken enerjiyi de önce kendi içimizde aramalıyız.
—————
Korkudan korkmak…
Terör olaylarının yol açtığı panik duygusu kişinin günlük hayatını etkilemektedir, duygusal dengesini bozmaktadır, günlük ilişkilerinde olumsuz etkiler yapmaktadır
Son yaşananlar da gösteriyor ki bütün dünya ‘barış kültürünü etkinleştirmek’ görevinin sorumluluğu altındadır. ‘Barış kültürü’, dünyayı her türlü felakete sürükleyen ‘savaş kültürü’ne karşı çıkarılmalı, insanlığın bütün sorunlarının barışçı yollarla çözülmesi gerektiği toplumlarca paylaşılan bir amaç olmalıdır. Aksi halde daha çok olayla hem korkutmaya hem de korkmaya devam edeceğimiz kuşkusuzdur.
‘Korku duygusu’ canlıları tehlikelerden koruyan yararlı bir duygudur.
Ancak nesnel bir tehlike olmadan da duyulan, giderek tehlikeyle orantısız büyüyen, gereksinme olmadığı zaman da ortaya çıkan ‘korku’ duygusu yararlı olmaktan çıkmış, zararlı bir duruma gelmiştir. Bu duruma gelen korku duygusu artık kişinin günlük hayatını etkilemektedir, duygusal dengesini bozmaktadır, günlük işlerinde, ilişkilerinde olumsuz etkiler yapmaktadır. Bu durum ‘korkudan korkmak’ adı verilen hastalıklı bir duygu durumudur. Terör olayları böyle bir panik duygusuna yol açmaktadır. Artık hiçbir yer güvenli değildir, tehlikenin nereden geleceği belirsizdir, dokunulan şeyler, açılan bir mektup zarfı, binilen bir uçak ‘tehlike olabilir’ .
Bu durumla nasıl yaşanacaktır, bu korkuyla birlikte yaşamak mı gerekecektir? Eğer böyleyse nasıl?
İnsanın farkı
İnsan, değişen koşullara aklıyla uyum sağlamayı başaran tek canlıdır.
Bütün canlılar, uyumlarını içgüdüleriyle sağlar ama insan içgüdülerine aklını katmayı başarmıştır.
‘Evrimin babası’ Charles Darwin, ‘varlığını sürdüren türlerin en güçlü olanlar değil, en çok uyum sağlayanlar olduğunu’ söyleyerek türlerin süreklilik ilkesini açıklamıştır.
Bu nedenle de dev dinozorlar yok olmuş ama binbir böcek türü varlığını sürdürmüştür. İnsanın değişen bir koşula uyum sağlamasının yolu nedir? Uyum sağlama süreci nasıl olmaktadır?
Bunu bize açıklayan ünlü fizyolog Hans Selye ‘dir, kuramının adı da ‘adaptasyon kuramı’ dır.
Selye’nin kuramı sade bir anlatımla şudur: Koşulları değiştiren olay strestir. Stres, canlının o zamana kadar sağlamış olduğu ‘fizyolojik-psikolojik-sosyolojik denge’ yi bozar. Koşulların değişimi çok hızlı olduğu zaman bütün organizma ‘alarm tepkisi’ içine girer. Adrenalin hormonu hızla kana geçerek canlıyı ‘saldır ya da kaç tepkisi’ ne hazırlar (fight of flight reaction). Bu evre ilk basamaktır. İkinci basamakta, olaya karşı oluşan tepkisel hazırlık başarıya ulaşırsa (saldırma ya da kaçma eylemi başarılırsa) organizma tepki hazırlığını sonlandırır, yeni duruma uyum sağlar, biyolojik ritim normale döner, psikolojik denge yeniden kurulur, sosyal denge normalleşir. Bu evre ikinci basamaktır, ‘uyum evresi’ dir. Eğer bu başarılamaz ise tepkisel durum zayıflar, strese karşı konulamaz, canlı kalmayı sağlayan güçler tükenir, arkadan da kollaps (çökme) ve ölüm gelir. Bu da üçüncü basamağı oluşturur.
Çözüm yolları
Korkuların bilinçte kalmasına çözüm bulunamayıp da bilinç dışına itildiği durumlarda ise ortaya korkuya bağlı nevrotik davranışlar çıkar ki çağımızda bu da çok görülmektedir. Ünlü psikiyatr Karen Horney, ‘Çağımızın Nevrotik İnsanı’ adlı yapıtında bu tür kaygılardan kaynaklanan tutum ve davranışları açıklamaktadır. Terör olayları da çağımızın büyük bir ‘stresi’ kabul edilmeli ve konuya böyle çözüm aranmalıdır. Şöyle bir çözüm yolunu birlikte bulabiliriz:
1. Tehlikeyi tanımak:
Tehlikeyi tanımak, niteliklerini bilmek, boyutlarını ölçmek en önemli başlangıçtır. Tehlikeyi tanımaktan kaçınmak kaygı oluşumunun habercisi sayılmalıdır. Onu görmek ve tanımaktan kaçınırsak bu tutum onu kaygı nesnesi yapacağımızın işareti olabilir. Buna karşın tehlikeyi tanımak, ona karşı önlem alma gücümüzü harekete geçirir. Bu da bizi ‘strese karşı hazırlıklı kılar’ ki çok önemli bir başlangıçtır. Gerek bir terörist saldırısı gerekse mikrop savaşı artık eskisinden çok daha fazla bilgili ve hazırlıklı olmayı gerektirir. Sivil savunma hizmetlerinin bu yeni savaş türlerini de karşılayacak biçimde yeniden yapılandırılması zorunludur. Toplumun ve bireylerin böyle hazırlanması çok önemlidir.
Sorumluluk duygusu
2. Tehlikelere karşı hazırlanmak, birlikte ve işbirliği içinde harekete geçmeye hazır olmak: Bu ortak hazırlanma kararlılığına sahip olmak korku ve kaygı duygusunu ortadan kaldıran önemli bir oluşumdur. Yalnız olmadığını bilmek, yapılacaklar konusunda sorumluluk almak, bu sorumluluğu paylaşmak, bir bütünün işe yarar parçası olduğunu bilmek çok önemlidir. Çocuklar için de bu paylaşımın büyük bir önemi vardır. Çocuğun bütün bu konularda bilgisi ve görevi olmalıdır. Bir sandalyenin buradan alınıp şuraya konması bile çocukta güven duygusu yaratacak etkenlerdendir. Tehlikeye karşı çaresiz kaldığımız durum, ‘ne yapacağımızı bilmemek’ tir. Yapacaklarımızı bilmek, çeşitli denemelerle ‘yapacaklarımız konusunda bilgi ve beceri kazanmak’ bizim için çok önemlidir. Bir tehlike karşısında ‘yapacaklarımızı sorumlulukla yerine getirmek için bedensel ve ruhsal donanım kazanmak’ bizi tehlike korkusuna karşı hazırlar.
Bu bakımdan her olaya özgü ‘hazırlanma, işbirliği içinde olma, ne yapacağını bilme’ sürecine önem verilmelidir. Artık belki de ‘orduların karşı karşıya geldiği klasik savaşlar’ hiç olmayacaktır. Artık belki de savaşlar ‘günlük hayatın içine giren kör vuruşlar’ biçiminde yaşanacaktır. İnsanların ‘bunu bilmeleri, buna hazırlanmaları, tehlike karşısında yapacakları konusunda donanımlı olmaları, tehlike anında paniğe uğramadan yapmaları gerekenleri yapmaları’ yeni ve yaygın eğitimin konusu olmalıdır.
Şu günlerde büyük kentlerimizde yaşanan ‘kapkaç olayları’ bile kendi çapında bir terördür. Yolda yürüyen kadınların taşıdıkları çantaları kapıp kaçan, eğer çanta bırakılmazsa sahibini yerlerde sürükleyen kişilerin yol açtığı olaylar da yeni bir hazırlık biçimini zorunlu kılmaktadır. Oysa bu haberleri okuyanlar sadece üzülmekte, kendi başına gelmemesini temenni etmekle yetinmektedirler. Böyle bir tehlikeye karşı neler yapılacağını bilmek ve tehlike anında bunları yapabilmek çok daha önemlidir. Onun için, sivil savunma örgütlerinin yeni görevi, toplumu yeni savaş biçimleri konusunda uyarmak, gerekli çalışmaları yapmak olmalıdır.
Psikolojik savaşı kazanmak
3. Olumlu düşünce gücünü kazanmak: Her türlü olumsuzluğu yenmenin önemli bir yöntemi de ‘olumlu düşünce gücünü kazanmak’ tır. 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere, Almanya’nın hava saldırılarına uğradığı zaman uygulanan yöntemler bu amaca yönelik olmuştur. Alman savaş uçakları birbiri ardına gelen akınlarla Londra’yı ve öteki İngiliz kentlerini bombaladıkları zaman İngiliz halkı büyük bir çaresizlik ve umutsuzluk içine düşmüştü. Çünkü İngiltere’nin bu akınları durduracak hava kuvvetleri hazır değildi. O zaman İngiltere Sivil Savunma Komutanlığı ‘psikolojik savaş’ ı kazanabilmek için şu konulara dikkat çekmiş, halkı uyarmıştı:
‘Eğer bir bombanın patlama gürültüsünü duyarsanız biliniz ki bomba başka yerde patlamıştır, size yönelik tehlike geçmiştir. Eğer bir bombanın düşme ıslığını duyuyorsanız ve ıslık sesi sizden uzaklaşıyorsa, bombanın başka yere düşeceğini anlayınız. Eğer ıslık sesi artıyor ise bombanın yakınınıza düşme olasılığı vardır, bu durumda öncelikle daha önceki bombaların açtığı bir çukura girin ve yatın. Bir yere iki kez bomba düşme olasılığı çok azdır. Böyle bir çukur yoksa hemen yere yatın ve bombanın düşme gürültüsünü duymadan kalkmayın.’
Soğukkanlı olmak
Bu önerilerde dikkat edilirse hem bilgilendirme, hem ne yapacağını açıklama hem de konunun nasıl gelişebileceğine ilişkin bilgiler vardır. Toplumu tehlikeye karşı uyarma da bu özellikleri taşımalıdır. Şunu bilmek gerekir ki:
– Her uçak kaçırılmaz. İyi önlem alınırsa bu olasılık ya çok azaltılır ya da ortadan kaldırılır.
– Her mektup şarbon mikrobu taşımaz. Kuşkulu bir durum olursa mektup açılmaz ya da dikkatle açılır. Şarbon hastalığı da tedavi edilebilen bir hastalıktır.
– Aslında günlük hayatımızda ‘insanları korkutan terör’ kadar tehlikeye yol açan, yaralanmaya, ölümlere yol açan pek çok olay vardır. Trafik kazaları, ihmalden kaynaklanan pek çok yangın, kent içinde çalışan yanıcı madde işyerleri, silahla yapılan şakalaşmalar vb. pek çok konu gerçek bir terör olayı gibi hayatımızın içinde zarar vermeyi sürdürmektedir. Oysa bunların hiçbirisi üzerimizde ‘terör korkusu’ gibi bir korkuya yol açmamaktadır.
Onun için de ‘korkudan korkmak’ yerine soğukkanlı olmak, ne yapacağını bilmek ve tehlike anında bunları yapacak donanıma kavuşmak gerekiyor.
Ne yapmalı?
Prof. Dr. Vedat Şar, ‘Ne yapmalı’ konusunda şunları öneriyor:
Tehlikeleri abartmamalı: Dünya her şeye rağmen yaşanmaz değildir ve ülkemiz dünyanın en tehlikeli ülkesi değildir. Şu dönemde iyi yönetici ve iyi yönetime hasret de olsa insanımız genellikle zorluklarla baş edebilmektedir.
Sosyal ilişkilere önem vermeli: Gerek geniş aile ve akrabalarla ilişkiler ve gerekse dostluk, arkadaşlık ilişkileri canlı tutulmalıdır. Kimi toplumsal geleneklerin yaşatılması destekleyicidir. Çünkü kuralların azaldığı bir dünyada bunlar insanın sonsuz bir uzayda kayboldukları hissini azaltmaktadır.
Pozitif bir insan olmaya çalışmalı: Genel bir kural olarak olaylara yapıcı yaklaşmalıdır. Güler yüzlü olmak, kişisel sorunları çok fazla anlatarak başkalarını yıpratmamak, başkaları için gereksiz yere (rekabet ve benzeri nedenlerle) yıkıcı olmamak, başkalarını onların işlevselliğini bozacak şekilde rahatsız etmemek önemlidir.
Spor yapmalı: Kişinin kendisine zaman ayırması sağlıklı bir tutum. Bedeniyle de, ruhsal durumuyla da zaman ayırıp ilgilenmesi, kendi yönetiminin kendisinde olduğu hem de kendisine değer verdiği duygusunu olumlu etkiler.
Doğaya yakın olmalı: Hayvan besleme vb. yaşadığımız bu sorunların büyük bölümü unutmayalım ki modern yaşamda zorunlu olarak doğadan uzaklaşmamızla ilgilidir.
Çok uzun saatleri TV ve bilgisayar başında geçirmemeli. Bu gibi araçlar gerçek insanlarla görüşüp konuşmaya oranla kişide sanal bir dünyada yaşadığı hissini yaratmaktadır. Ayrıca TV yayıncılığında reyting kaygısı ile gereğinden fazla heyecan yaratacak bir tutumun yaygın olduğu da unutulmamalı. Uyku bozukluğu, iç sıkıntısı, karamsarlık, olumsuz düşüncelerin varlığı gibi durumların süreklilik kazanması halinde ruh sağlığı hekimine başvurmalıdır. Gündelik yaşamdaki olumsuz koşullar kişinin kendi geçmişindeki olumsuz yaşam olaylarını da hatırlatır ve temeli geçmişte olan ruhsal sorunları alevlendirirler. O zaman bunların da ele alınması gerekir. İyi yürütülen psikolojik ve psikiyatrik yardım çok yararlı olabilir. Türk insanı bu gibi olaylar karşısında Avrupalı ve Kuzey Amerikalılara göre daha esnek bir ruhsal yapıya sahip. Çünkü belirsizlik koşullarında yaşamaya alışkın ve maalesef acı olaylarla karşılaşma yüzdesi çok yüksek.
Barış kültürü
Son yaşananlar da gösteriyor ki bütün dünya ‘Barış kültürünü etkinleştirmek’ görevinin sorumluluğu altındadır. ‘Barış kültürü’ , dünyayı her türlü felakete sürükleyen ‘Savaş kültürü’ ne karşı çıkarılmalı, insanlığın bütün sorunlarının barışçı yollarla çözülmesi gerektiği toplumlarca paylaşılan bir amaç olmalıdır. Aksi halde daha çok olayla hem korkutmaya hem de korkmaya devam edeceğimiz kuşkusuzdur.
_____ 21.11. Cumhuriyet / Erdal Atabek…
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU