Self Determinasyon… (PSD – SSD)…


Kendi kaderinin efendisi olmak (¹)
Sevgili Dostlar,
Önemli güzel zamanların içindeyiz. Büyük finansal kriz hegemonyanın çöküşüne, bizi tutmak için yapılan ağların çözülmesine öncülük ediyor.
Bizler, gardiyanlarının berbat bir kargaşa ve şaşkınlık içinde olduğu tutsaklara benziyoruz. Bu duruma ilk tepkimiz korkudur: artık belki öğle yemeği için çorba vermeyebilirler, yavaşça biriktirdiğimiz ayrıcalıklarımız gidebilir. Fakat kederleriniz, şüpheleriniz ve korkularınız olmasın bizler özgürlüğe giden yoldayız: duvarlar yıkılacak, gardiyanlar kaçacak ve bizler özgür olacağız!
Gardiyanlar ve bağımlıları kendilerini desteklememiz için bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Diyorlar ki şimdiye kadar olduğu gibi hükmedemeyiz ve şimdiye kadar olan düzenin yerini anarşi, işsizlik, parasızlık alır. Eğer rolümüzü oynarsak şartlarımızı geliştirme söz veriyorlar. Onları reddedin—gardiyanlara destek yok! Belki bize verdikleri çorba desteğinden mahrum kalacağız ama bütün dünya bizim olacak. Eriyen hisse senetleri ve tahviller sadece değersiz kâğıtlardır gerçek ekonomi dokunulmamış olarak kalacaktır. Eğer dünyadaki bütün dolarlar yok olacaksa bir tıpkı Ruble yok olurken Rusların hayatta kaldıkları ve Mark erirken Almanların yaptığı gibi insanların varlıklarını devam ettirmeleri için çalışmalıyız.
Şimdi Merkez’in kültürel hegemonyasını sarsabiliriz, Doğu’nun yarı kolonyal bağımlılığı bitecektir. Yenidünyada eşitlik temelinde yeni bir uluslararası ilişkiler sistemine ihtiyaç duyacağız. Son iki yüz yıldan beridir Batı hegemonyası, parçalara ayırıp kopararak Doğu yu dağıttı. Şimdi karşı bir süreç başlatabiliriz. Bir birleşme süreci. Değerlerimizin onların hegemonyası tarafından bir zamanlar zayıflatıldığı her yerde çıkarlarımız ve değerlerimiz üstün gelecektir. Bir yıl öncesinde bile bu bir rüyaydı. Bu gün finansal sistemin çökmesi dolayısıyla gerçekten artık bu mümkündür.
Ulusal Self Determinasyon, Doğu ve Batı arasında yüzyıllarca süren diyaloğun en önemli meselesidir. Her iki taraf onunla ilgili birbirini anlamadan konuşuyorlar hatta (veya özellikle) aynı koşullarda bile durum böyledir. Ulusal Self Determinasyon gerçekten iki anlama sahiptir ve bu iki anlam, “bir meydandaki ağacın kökleri”nin “karekök”ten farklı olduğu kadar farklıdır. Bunu, Politik Self Determinasyon (PSD) ve Sistem Self Determinasyon (SSD) olarak inceleyebiliriz.
— SSD, insanoğlunun varlığı ile yaşıttır.
— PSD, Woodrow Wilson’un yeni buluşudur.
SSD, hâkimiyet konseptine yakındır ve bir ulusun kendi değerlerine göre oluşturduğu tarzda yaşaması için özgür bir şekilde kendi politik, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemlerini seçme hakkı (devlet anlamında) olarak tarif ediliyor.
PSD, bir insanın (etnik kültürel birlik anlamında) bir devleti kurma, onunla birleşme ve ondan ayrılma hakkıdır.
Özgür iradenin her iki şekli de BM Sözleşmesi (Madde 1, paragraf 2 ve Madde 55 paragraf 1) tarafından ulusal haklar olarak kutsanmışlardır fakat bunların uygulamaları bütünüyle farklıdır:
(1) Politik self determinasyon
Ulusların Politik Self Determinasyon hakkı, modern paradigmanın içkin bir unsurudur; ulusal romantik bir eğilimin esas kısmı olarak Batı tarafından dillendirildi ve Balkanları ve Arap dünyasını Doğulu Milletler Topluluğu olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayırmak için kullanıldı. Ne tesadüftür ki “self determinasyon”larının farkına varan bölgeler, İngiliz kolonilerine, himaye altındaki devletlere ve bağımlı bölgelere dönüştüler ve nihayetinde Pax Americana’nın mülkiyetine geçtiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde politik self determinasyonun gerçekleştirilmesi daha önce duyulmamış bir çapta katliamlara ve etnik temizliklere neden oldu. İzmir ve Selanik, Yunanlar ve Türkler, Ermeniler ve Kürtler ve sonradan Arnavutlar ve Sırplar bu Kitle İmha Silahı’nın (Politik Self Determinasyon) kurbanları oldular.
Batı PSD uygulamasını Doğu üzerinde kullandı ve onu sık sık Tibet in, Keşmir in, Çeçenya nın Belucistan ın bağımsızlığını desteklemede kullanıyor. Bu ilkenin uygulanması, Doğu’yu yüzlerce devletçiğe bölecekti fakat hepsi bu Batılı liberal sistem değerlerini benimsediler.
Tarihin ironisi: 19. yy.da düşmanı olan Doğu Osmanlı Türkiye’si Milletler Topluluğu, Avusturya-Macaristan, Rusya, Çin ve Hindistan gibi büyük uluslar üstü bölgesel birlikler tarafından organize edilmişken Batı ulus devletlere bölündü. Batı, Doğu ya karşı sadece çelik ve ateşli silahlarla savaşmadı aynı zamanda ulusal (etnik olarak okuyun) kimlik ve her bir kimliğin büyük birliklerden kopma ve bağımsızlaşması üzerinden self determinasyonunu gerçekleştirmesinin çekiciliği konseptini doğuya aktardı. 21. yy.da yani yaklaşık bu ilkelerin uygulanmasından yaklaşık 2 yüzyıl sonra Doğu parçalanmış haldeyken ve parçalanma eğilimi hala bitmemişken Batı iki uluslar üstü birlik halinde, ABD ve AB, birleştiriliyor. Başka bir deyişle Batı’nın mutlak üstünlüğüyle Batı ve Doğu yer değişti.
Bu dönüşüm bizim politik sel determinasyonu ideolojik savaşın sağlam bir silahı olarak görmemize izin veriyor: Doğu’yu zayıflatmak ve kolonize etmek amacıyla oluşturulmuş bir Batı aracı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına—büyük ölçüde—bu aracın aktifleştirilmesi, bu ideolojik uzun vadeli “uyuyan mayın”ın Komünist Parti tarafından tarihi nedenlerle Sovyet yapısına dâhil edilmesi neden oldu. Rus Marksistler bu ilkeyi, kendileri için bu ilkenin Avrupa merkezciliklerinin özü olduğu Avrupalı Marksistlerden miras aldılar. Lenin’in Partisi onun uygulamasını minimize etti fakat etkisinden bütünüyle kurtaramadı. 1991 de bu ilke Sovyetler Birliği’ni dağıtmada kullanıldı ve milyonlarca Sovyet vatandaşına zarar verdi. Milyonlarcası mülteci oldu ve daha fazlası yerel dillerini kullanma haklarını veya temel insan haklarını kaybettiler.
Bu yanlış ve zarar veren “hak”, zararın ve kanın tek nedeni olduğu için kitaplardan uzaklaştırılmalıdır ve büyük bir gayretle reddedilmelidir. O zaman Doğu (Merkez Batı Avrupa ülkelerinin doğusundaki Avrasya toprakları) kendi köklerine geri dönebilir—başka bir deyişle Avrupa nın birleşme tecrübesini kullanabilir ve nüfusunu birleştirerek geniş milletler topluluğunu yeniden kurabilir.
Bütün büyük Doğulu milletlerin buna ihtiyacı var:
Çin—Orada yaşayan ve Tibetli olmayan iki milyon insan haklarını hatta hayatlarını kaybederken iki milyon Tibetliyi milyonlarca mil karelik bölgenin sahibi yapacağından Tibet in ayrılmasını kabul etmesi imkânsızdır. Tibet’in Politik Self Determinasyon’u büyük bir etnik temizlik dalgasına neden olacaktır, hem Çin i hem de Hindistan ı zayıflatacaktır (tarihi Büyük Tibet in parçaları şimdi Hindistan a bağlı olduğundan) ve Avrasya’nın kalbinde yeni bir Batılı askeri üs oluşturacaktır.
Hindistan—Keşmir in ayrılması da eşit oranda Kabul edilemez bir şeydir. Bağımsız Müslüman bir Keşmir, şu an Jamnu ve Keşmir eyaletlerinin parçaları olan Budist Ladakh ve Hindu Jamnu Srinagar ın ardından gitmeyeceği için hâlihazırdaki bölgesinin üçte ikisini elinde tutamayacaktır. Böylesi bir ayrılma Hindistan ile Pakistan arasındaki düşmanlıkları yenilesin veya yenilemesin Ladakh ve Jamnu’dan gelecek olan Müslüman mültecilerle uğraşmak ve benzeri şekilde Keşmir den çıkacak olan öngörülebilir Hindu mülteciler ülkeyi asırlarca mahvedecektir. Bunun yerine, talihsiz Hindistan İmparatorluğu’nun dağılmasını ve Pakistan ile Afganistan ın bölünmesini (Durand Line) tersine döndürmek için büyük bir entegrasyon projesi başlatılmalıdır. Aciz bir devlet olan Pakistan yıkılabilir: bir kısmı Ana Hindistan’a geri döner bir kısmı da Afganistan a yine katılır.
Rusya—Sovyet bölgesine 1991 PSD uygulamasının kalıcı etkiye sahip olup olmayacağı şüphelidir. Ukrayna’nın ayrılması en acı meyveye sahip oldu: Batı yanlısı Yuşçenko rejimi, Ukrayna nüfusunun çoğunluğunun ilk dili olan Rusça yı yasakladı. İnsanların Rusçayı kullanmalarına izin verilmedi; hatta en büyük Ukraynalı yazar Gogol un çalışmaları sadece Rusça ile yazıldıkları için “yabancı edebiyat” olarak sınıflandırıldı. Yuşçenko, Gürcistan a modern silahlar sağladı ve kendi ülkesini NATO ya dâhil etmeye niyetlendi ve böylelikle Ukrayna’yı Rusya’nın bir düşmanına dönüştürdü. Gürcistan umutsuz bir suçludur: Gürcü nüfusunun yarısı Sakaaşvili ve onun “bağımsız” rejiminden kaçmak için Rusya ya taşındı.
Şüpheli “PSD hakkı” daha temel iki ilke tarafından dengelenmelidir: ayrımcılığın yasaklanması ve kan dökmekten kaçınma. Etnik, dini veya kültürel bir temel üzerine kurulan yeni bir devlet kaçınılmaz bir şekilde kan dökülmesine ve ayrımcılığa neden olacaktır. Örneğin, bağımsız Estonyalı, Letonyalı ve Gürcü devletlerinin oluşturulması, bu devletlerin nüfuzlarının yarısını oluşturan Estonyalı, Letonyalı ve Gürcü (Kartvels) olmayanlara karşı vahşi bir ayrımcılığı ortaya çıkardı. Bu devletleri Rusya’dan ayırma ve bağımsız devletler yapmaya yönelik ilk girişimde (post-Versailles) yerel elitler kendilerinden olmayanların mallarına el koydular ve Almanları Estonya ve Letonya’dan ve Ermenileri Gürcistan’dan çıkardılar. 1990’lardaki ikinci girişimde Estonya ve Letonya da Rusları, Gürcistan da Abhaz ve Osetleri kurbanlaştırdılar. Bu zincirleme bir reaksiyona neden oldu: Baltık ülkelerinden kovulan Almanlar, Hitler in militarizmine destek verirlerken Oset ve Abhazlar yeni bir probleme, bu bölgelerden çıkan Gürcü mülteciler problemine neden oldular.
Bizler bir evliliğin başarısız olabileceğini biliyoruz—fakat boşanmanın da başarısız olacağını biliyoruz. Sovyet cumhuriyetlerinin 1991 boşanması başarısız oldu. Çıkış yolu, Sovyet sonrası bölgenin yeniden bütünleşmesinde ardından daha büyük diğer Doğulu millet topluluğunun (“İmparatorluklar”) birleşmesidir; eskiden Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu nda birleşen Müslüman ve Ortodoks bölgelerin Rusya ve Türkiye gözetiminde Doğu’nun tek Milletler Topluluğu olarak birleşmesi, Balkanlarda onlarca devleti ortaya çıkaran, Irak ı üç küçük devletçiğe bölen, Lübnan ı Suriye den, Kosova yı Sırbistan’dan koparan süreci tersine çevirebilir. Keşmir in ayrılması yerine Pakistan ve Hindistan birleşmelidir. Yeniden bütünleşmek, Doğu’nun bütün milletleri için ayrımcılığı, fakirleşmeyi ve Batı’ya boyun eğmeyi durdurmanın yoludur. Batılı finans sisteminin çökmesi böylesi bir hareketi olası ve arzulanır kılıyor.
Self determinasyon ilkesi ile ilgili ayrım gözetmeme ilkesinin önceliği Ortadoğu da ilan edilmeli ve yerleştirilmelidir. Yahudi devleti, Yahudilerin Self Determinasyon “hakkı”nın uygulanması için Suriye’den bir parka koparılarak oluşturulan pilot bir Batı projesidir. Ayrımcılığın sürekli bir kaynağına dönüştü, kopma ve ayrıkçılığı cesaretlendiriyor, Batı için askeri bir üstür, komşularına karşı uzun bir saldırganlık tarihi olan bir ülkedir, Suriye ve İran a karşı potansiyel bir saldırgandır, nükleer yayılmanın önlenmesini ihlal eden bir devlettir. Bütün bunların hepsi Filistin in ayrımcı olmayan bir devlet olarak yeniden bütünleştirmekle ıslah edilebilir. 29 Kasım 1947 tarihli BM Kararı hiç bir zaman uygulanmadığından, ayrı bir Filistin devleti, Yahudi elitin uyuşmazlıktaki inatları dolayısıyla kurulmadığından bu proje terk edilmelidir ve bütünleşme projesi onun yerine konulmalıdır. Yahudi devletinin yerine bütün Filistin halkının hegemoncu ve ayrımcı olmayan bir devletin kurulması, Doğu’nun dağılmadan entegrasyona dönüşünün dönüm noktası olabilir.
(2) Hegemonya ve Kaderinin efendisi olmak
Ulusların Sistem Self Determinasyonu’nun yolu—kendi değerleriyle uyumlu yaşamalarının yolu—Batılı hegemonya tarafından bloke ediliyor. Bu hegemonya askeri istila ve kolonizasyonda ifade edildiği şekliyle sadece maddi değil aynı zamanda kültüler bir hegemonyadır. Bu kültürel hegemonyanın Roma papasının bütün patrikliklerden üstün olduğu iddiasıyla başlayan antic kökenleri var. Bu hegemonya Avrupa-merkezci dünya görüşüyle bağlantılıdır fakat kendisi değildir. Avrupa merkezcilik temelde dünyanın geri kalanından yeterince farkında olmayan ve böylelikle politik dürüstlüğe karşı suç işleyen insanların sahip olduğu yerel bir düşüncedir. Fakat Batı hegemonyası, yerel Avrupa-merkezci düşüncenin çok ötesindedir. Edward Said haklı bir biçimde kültürel Avrupa-merkezci görüşün ardındaki politik ve ideolojik üstünlük dürtüsünü vurguladı.
Dr J C Kapur, “Macaulay Tutanağı”nı aynı etkiye örnek veriyor: “Biz (İngilizler), bu ülkenin manevi ve kültürel mirasını yok etmezsek Hindistan ı asla fethedemeyiz. Eğer bütün bunların yabancı olduğu ve İngilizlerin iyi ve kendilerinden daha büyük olduğunu düşünürlerse kendi öz saygılarını ve yerel kültürlerini kaybederler ve olmalarını istediğimiz şeye, gerçekten egemenlik altına alınmış bir ulusa dönüşürler.” Bu Macaulay ın konuşmasından yapılan alıntının bütünü olmaktan çok onun özüdür. Bir başka deyişle kültürel hegemonya, Gramsci’ci terimlerle ifade edersek sağlam bir politik ve ekonomik hâkimiyetin ön koşuludur.
20.yy.lın son çeyreğinde hegemonya değişti; onun güç üssü dikkate değer bir oranda daraldı. Ilk olarak, ABD hegemonyasına dönüştü; sonrasında finans temelli ve ağırlıklı olarak Yahudileşmiş Amerikan elitlerinin hegemonyasına dönüştü. Bu artık Batı hegemonyası değildir, Doğu nun yanı sıra Batı nın kendisine de karşı olan bir hegemonyadır. Hegemonik liberal paradigma Batı insanına da karşı olan düşman bir güçtür—hegemoncular ile batı insanı arasında uzun süredir var olan ateşkes bitiyor.
Hegemoncular sistemik self-determinasyon hakkını reddediyorlar. Onlar şunları reddediyorlar:
— İranlıların dini düşünceleriyle uyumlu yaşama ve manevi liderlerinin öncülüğünde yaşama haklarını,
— Kuzey Kore ve Kübalıların Komünist kalma hakkını,
— Filistinlilerin dindar ve dayanışmacı Hamas’ı hükümet olarak seçme hakkını,
— Malayların ve Rusların kendi TV’lerini kontrolleri altında tutma haklarını reddediyorlar.
Dahası onları reddediyorlar:
— Avusturyalıların sağcı bir hükümet seçme hakkını,
— Amerikalıların kürtajları yasaklama ve yılbaşıları açıkça kutlama hakkını,
— Sağcı Fransız ve Almanların Yahudi dünya görüşünden hoşlanmama hakkını,
— İsveçlilerin göçü ve kültürel farklılığı sınırlama hakkını inkar ediyorlar.
Kısacası hegemoncular, ulusların kendi politik sistemlerini seçme ve kendi değerleriyle uyumlu yaşama haklarını inkâr ediyorlar. Onlar Kabul edilebilir ve izin verilen bir değerler sisteminin olduğunu iddia ediyorlar—Batılı, liberal, seküler, medenileşmiş bir değerler sistemi—diğer sistemler adi, hatalı, suçlu ve kusurludur.
Batı ulusları hala boyun eğdirilmiş durumdalar ve hegemonculara karşı açık bir isyanda ayaklanmaya cesaret edemiyorlar. Doğu nun farklı bir tavrı var: uluslar ve medeniyetler kendi tarzlarında yaşama haklarına sahiplerdir. Batı bu hegemonyadan kopma veya kabul etme hakkına sahiptir. Doğu aynı hakkı kendisinin pek çok tarzı için iddia ediyor.
Bu, çok kutupluluk için yaptığı çağrıda Rus devlet başkanı Dmitry Medvedev tarafından vurgulandı. Bu çok kutupluluk doktrini bazı insanların iddia ettiği gibi çoklu güç yapıları ile sınırlı değildir. Bunun çok ötesine geçmektedir: farklı pek çok politik ve değerler sisteminin veya sistem self determinasyon hakkının Kabul edilmesidir.
Hegemoncular teorik olarak bu hakkı BM Sözleşmesi nde belirtildiği şekliyle Kabul ediyorlar fakat pratikte bu hakkı inkâr ediyorlar ve medeniyet düzeyinde hegemonyalarına boyun eğilmesini isterlerken diğer bütün değer sistemlerine karşı savaşıyorlar.
Şimdi Soğuk Savaşı yeniden değerlendirebiliriz: bu savaş, iki eşit politik sistemin ideolojik savaşı değildi daha çok Doğu’nun kendi değerleriyle uyum içinde yaşama savaşıydı. Batı, Doğu’nun kendi istediği şekilde yaşama hakkını inkâr ederken Komünist Doğu, değerlerini Batı ya dayatmıyordu.
Noam Chomsky, bu hegemonya sonunu onun ekonomik faktörüne indirgiyor. Chomsky, Batılı hegemoncu ruhun taşıyıcısı olarak ABD’nin “sadece” diğer ülkelerin pazarlarına ve kaynaklarına ulaşma—onun sözleriyle “çalma hakkı” arayışında olduğunu yazdı. Bu fazlasıyla kötüydü fakat hegemoncular sadece hırsızlıkla yetinmediler; onlar şimdi sadece paranızı ve emeğinizi istemiyorlar aynı zamanda ruhunuzu da istiyorlar.
Bu amaç için onlar dünyayı kontrol eden özel medeni bir sistem inşaa ettiler. BM yi, uluslararası mahkemeleri, Dünya Mahkemesi’ni, IEAE’nu (Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu), hoşgörü dayatan organları ve diğer kuruluşları kullanıyorlar. Doğu’nun liderleri hala bu kuruluşların hegemoncuların ellerinde olduğunu ve bunların Doğu’nun medeni bağımsızlığının altını oyduğunu anlayamadılar.
Pek çok ulus, Batılı hegemonculara finansal hâkimiyetin yeterli gelmediğini, onların kültürel hâkimiyetlerine boyun eğilmesini istediklerini Kabul ediyor. Bu yüzden Sovyet sonrası bütün Rus liderler (Medvedev dâhil) her ne kadar kendi doğal kaynaklarını savunmaya çalışsalar da hegemoncu değer sistemine dâhil olduklarına dair yemin ediyorlar. Auschwitz ile ilgili aktivitelere katılmayı Kabul ediyorlar, hoşgörü müzeleri kuruyorlar ve sahte ırkçılık ve antisemitizm suçlarını itiraf ediyorlar. Onlar bunu düşman listesi olan “Şer Ekseni”nine girmemek için yapıyorlar.
Fakat liderleri tersini iddia etse de Rusya, diğer merkez ülkeleri olmayanlar gibi, gerçekten liberal paradigmayı benimsemedi ve bu yüzden düşman olarak kalmaya devam ediyor. Bir değer sistemi, günahları ve faziletleri tanımlayan bir sistemdir ve bunlar bütün medeniyetler için aynı değildir.
Hegemoncu hâkimiyetin altında İnsanlık sadece kağnı arabasından motorlu taşıtlara geçmedi ve sadece CNN ve MTV izlemek için salon ve bahçelerdeki tatlı sohbetlerden vazgeçmedi. İnsanlığın en gelişmiş ve en ileride olan kısmı, aynı zamanda eskinin günahlarını yeninin faziletlerine dönüştürdü: pisboğaz; aranan bir restoran köşe yazarlığına dönüştü; zampara; şehir caddeleri boyunca gururunu sergiliyor; kızgın bir adam, Tahran’ın bombalanmasının doğru olduğunu söylüyor; miskinlik bir hayat tarzı olarak teşvik ediliyor. Açgözlülük; Yeni İnsan’ın en büyük kalitesi oldu.
Sistemler, Tanrı’ya ve Çoğunluk’a yönelik farklı tavırlarıyla bölünüyorlar. Hegemoncu liberalizm kutlayıp, aç gözlülüğü en yüksek değer olarak onaylarken ve Tanrı’yı inançlıların kişisel mütevazı dünyalarında konumlandırırken geleneksel Batı’nın yanı sıra Doğu; dayanışmayı tercih ediyor, Tanrı yı seviyor ve aç gözlülüğü reddediyor. İncil in ifade ettiği Tanrı ve Mammon (para tanrısı) hiç bu kadar açık veya geçerli olmamıştı.
Şimdi, hırs tanrısının ürettiği kart sarayları çökerken, malların gerçek değeri dışında Pazar İllüzyonu yok olup gidecektir. Aç gözlülük kaçınılmaz bir şekilde toplumları yok eder. Tanrıyı seçen toplumlar Mammmon’u (para ve hırs tanrısı) seçen toplumlardan daha bilgedirler.
Batı’da inananlar baskı altındalar; ABD de Paskalya ve Yılbaşı kutlamaları bile yasaklandı. Öğretmenler, kamuoyuna açık ifadelerinden dolayı işten çıkarılıyorlar. Öte yandan Doğu hala iman doludur. Rusya da, kiliseler dolu, cadde işaretleri kilise yortularını kutluyor ve dayanışma isteği her zaman olduğundan çok daha yüksek. Aynı eğilim; insanların inanç temelli dayanışmayı milliyetçi rasyonel sekülerizme tercih ettikleri Filistin, Türkiye ve İran’da da görülüyor. Eğer geçmiş yüzyılların Simone Weil ve T S Eliot gibi büyük manevi öğretmenleri bu önemsense Batıda da aynı durum geçerli olabilirdi. Onların yenilgisi liberal hegemonyanın yükselişine neden oldu. Medeniyetler sadece hegemonyanın yenilgisi sonrasında bir diğerinin sistemik self determinasyonuna saygı duyarak birbirlerine saygı duyabilir ve diyalog kurabilirler. Son olarak şunu ifade edeyim: biz bu rüyayı gerçekleştirme şansına sahibiz.
 
DİPNOT:
1-     İsrael SHAMİR.
2-     http://www.israelshamir.net/
3-     http://en.wikipedia.org/wiki/Israel_Shamir
4-     http://www.haber10.com/makale/13199
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU