Kapitalizm Koşullarında ‘DİNDEN ÖZGÜRLEŞMEK’ Mümkünmü?…


Dinlerin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskidir. Başlarda tamamen insani niteliklerle ortaya çıkan dini duygu ve düşünceler özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesiyle farklı kılıklara bürünmüş, gayri insani bir istikamette hareketini sürdürmüştür, halen de durum değişmiş değil.

 

Modernleşme sürecinde iki önemli, temel eleştiri yapıldı dine. Birisi Aydınlanmacılardan geldi. Voltaire, Diderot gibileri “dine gerek yok, Tanrı yeterli” derken, Baron Dolbach daha da ileri gitti, ateist olduğunu ilan etti. Diğer eleştiri ise Marksistlerden geldi. Bunlardan başka Nietzsche ‘Tanrının öldüğünü’ yazdı ya da bu görüşe sığındı. Feurbach ise dini, insan ve toplumun yabancılaşması olarak gördü; Tanrının insanları değil insanların Tanrıyı yarattığını söyledi. Günümüzde de sorun genellikle iki perspektiften değerlendiriliyor ya da dine ilişkin açıklamalar bu iki bakış açısının izlerini taşıyor. Hatırlanacağı gibi K.Marks özellikle “Yahudi Sorunu” ve daha birçok yazısında dinsel konulara değiniyor ve dinin belirli ekonomik-toplumsal ilişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıktığının aldını çiziyordu; Marks, dini ruhsuz dünyanın ruhu, halkların afyonu olarak değerlendirmiştir. Yahudi Sorunu’nda söylediği özetlenirse: Komünistler liberallerin çokça altını çizdikleri mülkiyet özgürlüğünü savunmazlar, mülkiyetten kopma özgürlüğünü savunurlar; ticaret ve ekonomik faaliyetlerde bulunma özgürlüğünü savunmazlar, bu faaliyetlerden uzaklaşma özgürlüğünü savunurlar. Sonuçta Marks’a göre komünistler üretim faaliyetlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve liberal düşünürlerin çok önemsediği dinlerin özgürlüğünü savunmazlar dinden kopma, kurtulma özgürlüğünü savunurlar.

 
Bugün genel olarak dünyada özelde de Türkiye’de ve benzer yapıdaki toplumlarda en çok anılan kavramlardan birkaçı; demokrasi, insan hakları, laiklik, din ve vicdan özgürlüğü, aydınlanma, köktendincilik, cumhuriyet ve değerleri biçimde sıralanabilir. Yaşadığımız coğrafya ve içinde bulunduğumuz ülkenin tarihine bakıldığında bu kavramları ortaya çıkaran koşullarca kuşatılmış olduğu görülecektir. Ülkemize bakıldığında özellikle köktendincilik sorununun Sovyetlerin devreden çıkmasıyla ve Kürt meselesinin de hareketlilik kazanması üzerine iyiden iyiye ülke gündemine oturduğu görülmektedir. Bir sivil toplum kuruluşu olan 68’liler Birliği Vakfı da konuya duyarlı olduğunu kanıtlamış ve Aziz Nesin’in de vasiyetini dikkate alarak “Köktendinciliğe Karşı Uluslararası Aydınlanma Konferansı” adıyla düzenlediği toplantının konuşma metinlerini “Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma”* adıyla yayınlamış bulunuyor. Vakıf başkanı Sönmez Targan’ın yönlendirmesiyle oluşturulan kitabın yayın koordinatörlüğünü Merdan Arslan, editörlüğünü de Hüseyin Kıvanç yapmış.

 

Laiklik modernizmin bir unsuru

Kısaca “Aydınlanma” olarak sunulan kitapta Türkiye’den ve dünyadan çok sayıda bilim ve düşün insanının köktendincilik, laiklik, demokrasi… temalı metni bulunuyor. Kitap hacimli olduğundan, bu yazıda yalnızca laikliği “çağdaşlaşma” denilen genel projenin bir parçası olarak gören Türker Alkan’ın ve köktendinciliği demokrasinin ortadan kaldırılması için bir beyhude çaba olarak ele alan Sadun Aren’in sunumlarına değinmekle yetinmek uygun görülüyor. Öncelikle şunu söylemeli ki, Alkan buradaki yazısında, dine tarihsel-ekonomik koşulların bir ürünü olarak bakmıyor. Aren de sorunu, kurulu düzenin sınırları çerçevesinde konu ediyor ve kapitalist toplumun aşılması olarak değerlendirmiyor ve de dinsel olguları, özel mülkiyete, devlet organizasyonuna bağlı bir gelişme izlediği noktasından, dolayısıyla sınıfsal açıdan ele almıyor. Din ve laiklik sorununu her iki yazar da daha çok bir kültür meselesi olarak ele alıyor, dinsel doğmalara karşı radikal bir tutum alan Aydınlanmanın laikliğe katkısına vurgu yapıyor ama dini özel mülkiyet, sınıflar ve devlet aygıtıyla birlikte ele alan Marksist anlayışa yer vermiyor. Eleştirilerini kısmen bu alanda yapsalar da çözümlerini aynı bakış açısıyla ortaya koymuyorlar. Alkan, yazısının daha başlarında laikliğin endüstrileşmeden, bireyselleşmeden en önemlisi de kapitalistleşme olgularından ayrı ele alınamayacağını söylese bile çözüm önerilerini bu çerçevede sunmuyor. Gerçekten de bugün ülkemizde tartışılan biçimiyle de laiklik, demokrasi, cumhuriyet, insan hakları, aydınlanma, din özgürlüğü, oy hakkı, eğitim hakkı… feodal toplumun değerlerine karşı olarak yeni doğan ve gelişmekte olan kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıktılar. Marksizm dışı literatür bu sürece modernizm diyor. Habermas tarafından bitmeyen bir proje olarak da adlandırılan Modernizm, sözü edilen değerleri bir bütün olarak oluşturmuş durumda. Bu bütünsel yapı yüzündendir ki Alkan, “çağdaş olalım da laik olmayalım” veya “cumhuriyet olsun ama demokrasi olmasın” demenin ancak bilgisizlikle ilgisinin olabileceğini düşünüyor.

Türkiye’nin özgünlüğü 

Kapitalizmin tarihine bakıldığında modernizmin kurumlarının birçok ülkede büyük devrimlerle etkili olabildiği görülüyor. Bu değerler burjuva değerler olmakla beraber kuşkusuz ki halk kesimlerinin de sahiplendiği değerlerdir. Laikliğin siyasal bir kararla geldiği ülkelerde daha sancılı bir yapı ortaya çıktığı, toplumsal bir talep olarak ortaya çıktığı toplumlarda ise daha çağdaş bir laiklik yaşandığı görülüyor. Bu nokta önemli. Çünkü Alkan’ında üzerinde durduğu üzere yalnızca yasalarla laikliği etkili kılmanın olanağı yoktur. Yazara göre Amerika Anayasası’nda laiklik belirtilmediği halde halkın kısmen de olsa laikliği benimsediği söylenebilir. Toplumsal yapıya uygun anayasalar değişmiyor, oysa Osmanlı-Türk Anayasası 1876’dan beri otuz yılda bir, giderek de her on yılda bir revizyondan geçiriliyor. Bugün Türkiye ve daha birçok ülke anayasasında devletin laik olduğu belirtildiği halde laiklik sancılı bir toplumsal süreci de beraberinde getiriyor. Alkan’ın altını çizdiği noktalardan biri de toplumların tarihsel gelişim süreçleri. Her toplumun aynı gelişmeleri izlemesi ve benzer projelerin her toplumda aynı sonuçları vermesi beklenemez. Laiklik konusunda gelişkin ülkelerin hiçbirinde teokratik bir düzen heveslileri bulunmaz. Çünkü modernleşme yönünde, laik ve demokratik yapıyı benimseyici bir gelenek oluşmuş bu toplumlarda. Rönesansını yaşamış, reformasyondan geçmiş ve Aydınlanma kültürüyle zenginleşmiş bir toplumda laiklik, köktendincilik sorununa yol açacak bir mesele ortaya çıkmasına izin vermemektedir.

Laiklik ve karşı laiklik tartışmalarında iki taraf da farklı nedenlerle olmak üzere Batı ülkelerinde laikliğin zayıfladığını söylüyor. Laikler, tüm dünyada “laiklik elden gidiyor, köktendincilik yükseliyor” derken karşı-laik kesim de laiklik yerine dinsel dünyanın yükseldiğini, bunun insanlık adına iyi bir gelişme olduğu yorumunu yapıyor. Oysa Alkan’a göre dünyada, özellikle de Batı toplumlarında laiklik gelişiyor. Ateistler her ülkede artıyor, dernekleşiyor, örgütleniyor. Katolik ülkeler dine uygun olan aile hukuklarını laik düzenin anlayışına dönüştürüyor. Kiliseler boşanmayı, doğum kontrol yöntemlerini savunur durumada. Dolayısıyla yazar açısından teokratik rejimlere geri dönüş mümkün görünmüyor. İran bir istisna olmakla beraber zaten Şah döneminde de orada Batı tarzı bir laiklik bulunmuyordu. Bununla beraber yazar laiklik, dincilik ya da şeriat çatışmasının dünyada halen varlığını hissettirdiğini düşünüyor. Alkan’a göre bu sorunu Batı ülkelerinden farklı bir düzeyde yaşayan Türkiye’nin farkı, kendi tarihsel özelliğidir. Teokratik bir monarşi olan Osmanlı üzerine kurulan bir ülkede laikliğin sancılı olması kaçınılmazdır. Bu noktada Alkan, Cumhuriyetle birlikte etkinlik kazanan laikliğin bir zorlama olarak dayatılmasını dönemin koşullarına bağlıyor ve bu doğrultudaki eleştirilerin siyaset bilimi açısından yanlış olduğunu ileri sürüyor. Bazı yanlış anlamalara da değinen Alkan, Turgut Özal’ın Hac sırasında ortaya attığı “birey laik olmaz devlet laik olur” diyerek “ben laik değilim” benzeri sözlerinin de konuyu karıştırmaktan başka anlama gelmeyeceğini söylüyor.

 

Laikliğin serüveni

Dinci-şeriatçı zevatın dillendirdiği bir konu da laikliğin Hıristiyanlığa özgü olduğu, İslama dair olmadığı yönünde. “Çünkü” diyorlar “Hıristiyanlıkta kilise var, ruhban sınıfı var ama İslamda ruhban sınıfı yok, hiyerarşik bir yapı da yok”. Sonuçta “İslam ülkelerinde laikliğe ihtiyaç yoktur” demeye getiriyorlar. Alkan’a göre Türkiye’de de imam-hatip uygulamalarıyla ve başka dinsel etkinliklerle ruhban sınıfına benzer bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Daha da önemlisi tarikatlar, Ortaçağdan beri hiyerarşik bir tarzda örgütlenmiş durumdalar. Bu nedenle Türkiye’de de toplumsal yaşamın tümüyle dünyevileşmesine, sekülerleşmesine ihtiyaç var. Alkan’a göre toplumsal yaşamın sekülerleşmesi mücadelesi Batı’da reformasyon öncesine kadar uzanıyor, temelleri Rönesansta atılıyor. Batı’da erken olgunlaşan sorun Türkiye toplumuna son iki yüz yıldır sirayet etmiş durumdadır. Dolayısıyla laiklik sorunu Cumhuriyetle, Atatürk’le başlamış bir sorun değil. Cumhuriyetle birlikte çok büyük bir önem kazansa da laikliğin temellerinde III.Selim’in, II.Mahmut’un Batılılaşma hareketlerine verdikleri önem bulunmakta. Özellikle 1839’daki Tanzimat fermanıyla başlayan 1856’da Islahat fermanı ve peşi sıra 1876 I. Meşrutiyet ve 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet bu bağlamda anılması gereken girişimlerdir. Alkan’ın verdiği bilgilere göre daha Osmanlı zamanında ticaret hukuku, ceza hukuku Batı’dan alınıyor, bugünkü medeni hukuku andıran hükümler tartışılabiliyor. Tıpta, askeriyede, mühendislikte Batı tarzı kabul ediliyor. En önemlisi de Anayasa modeli alınıyor. Osmanlı-Türk toplumu, Batılılaşma konusunda Kemalistlere çıkardıkları zorlukları Osmanlı padişahlarına/paşalarına da çıkarmışlardır. III.Selim tahtan indirilirken, II.Mahmut’un adı «Gavur Sultan»a çıkmıştır. Osmanlı-Türk toplumunun muhafazakar yapısına da göndermede bulunan Alkan’a göre mesela II.Mahmut döneminde fesin İslama aykırı olduğunu söyleyerek giymek istemeyen toplumda Mustafa Kemal, fesi kaldırmak için verdiği mücadele de çok zorluk çekmiştir.

 

Din hoşgörüye karşı

Alkan’ın gözünde laiklik bugünlerde de öne çıkarıldığı biçimiyle basit bir çarşafa, türbana, takunyaya, mini etek ve mayoya dair sorunlara indirgenemeyecek kadar ciddi bir sorundur. Bir kılık kıyafet meselesiyle bağlantılı olarak tartışılması doğru olmadığı gibi onu din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak da görmek yeterli değidir, doğru da değildir. Laiklik düşünce ve davranış tarzında çağdaş bir düzey yakalama sorunu olarak anlaşılmalıdır. Bir kere çağdaş dogmaların kültüre olan etkisi ortadan kaldırılmalıdır. Dini değerlerin yaşama, kültüre girdiği ve etkili olduğu ortamda demokrasi varlığını sürdüremez, gelişemez. Dolayısıyla laikliği feda edelim ama demokrasiyi koruyalım biçimindeki yaklaşımlar da yazara çirkin bir oyun olarak görünüyor. Aren açısından dinci-şeriatçı kesimlerin dilinden düşürmediği bir konu da hoşgörüdür. Dinlerin ve özellikle de İslam’ın hoşgörü dini olduğunu yüzyıllardır söyleyip dururlar. Oysa tarih din savaşlarının etkisinde geçmiştir. Alkan’a göre de bize Sivas katliamını, Maraş katliamını, Salman Rüştü olayını yaşatan bir dinin hoşgörüden söz etmesi inandırıcı değildir. Halen birçok yazarın dine karşı eleştirel tutum almalarından dolayı eleştirildiği, tehdit edildiği biliniyor. Turan Dursun gibi düşünce insanların aynı dini kesimlerce katledildiği unutuluyor. Özellikle bütün tektanrılı dinler savaşlar yoluyla kurulmuştur, kendinden olmayanların katledilmesinin yanı sıra din içi savaşlarda da büyük barbarlıklar ortaya çıkmıştır. Bugün için din savaşlarında ve din içi savaşlarda ölen insanların sayısını bilmek çok zor. Mezhep farklılıklarının getirdiği şiddet, tarikatlar arası dalaşlar ve son zamanlarda Irak’ta yaşanan vahşetlerin ortamını hazırlayan, bilimin ve sağduyunun iflas ettiği önemli yapılardan birisi: Din. Bu kesimin ideologlarının hoşgörü kavramına vurgu yapmaları bir aldatmacadan, kitleleri yanıltmadan başka bir şey değil. Kaldı ki Alkan’a göre hoşgörü kavramında bir de küçümseme anlayışı var ki, bu kabul edilemez. Kimin kimi hoşgöreceği sorunu önemli bir sorundur. İslam mı Hıristiyanları hoşgörecek? Sunnilik mi Aleviliği hoşgörecek? Yani hoşgörüyorum diyen diğerini küçümsemiş olacak. Buna göre hoşgörü yerine eşitlikçi tutum almaktan yana olunmalı. Bunun için de insanların eşit koşullarda yaşayabileceği bir ortam oluşturmak için çalışılmalıdır. Alkan’ın bakışında güçlü bir iyimserlik duygusu bulunuyor. Ona göre Dünya, din sistemlerini, dini değerleri erozyona uğratarak ilerliyor, bu ilerleme laikliğin gelişmesine ve evrensel bir sistem olmasına olanak vermektedir.

 

Aren :yaşam dinamik, din statiktir

Durağanlık, değişmezlik, katılık, kutsallık… aranıyorsa dinlerin kapısını çalmak gerekiyor. Dinlerin mantığında, temelinde, felsefesinde bu mutlak yapılar bulunmaktadır. Bu noktadan hareket eden Sadun Aren’e göre Allah’ın, dinin ve Kuran’ın gereklerine göre hareket etmek ve bunu topluma uygulama çabasında olan kimseler son çözümleme de köktendinciliğe olanak vermektedirler. Değişmezlik temeli üzerinde kurulmuş olan dinsel anlayışlarda demokrasiye inanç olmadığı gibi en küçük bir tölerans da söz konusu değildir. Çünkü bütün dinlerin belli kutsal kuralları vardır. Allah söylemiş, peygamberler yazmıştır! Bunların değiştirilmesi ya da esnetilmesi söz konusu olamaz.


Dinci tehlikeler diye düşünüldüğünde, dinden hareket ederek iktidara gelenlerle, dinden hareket ederek dini bir sistem kuranları birbirinden ayıran Aren açısından birincilerin dindar olduğu bile düşünülemez. Bu yaklaşıma yakından bakıldığında ülkemize uyduğu söylenebilir. Ilımlı İslam politikasının yürürlükte olduğu bir toplum olarak Türkiye’deki iktidar partisinin dini değerlerle çok yakın ilgisi olduğu söylenemez. İslam hukukunun etkin kılınması yönünde bir söylemi de olmadığı biliniyor. Bu yaklaşımdan hareket eden Aren Türkiye’de köktendinciliğin şansı olmadığı düşüncesinde karar kılıyor. Ayrıca onun görüşlerine göre Türkiye toplumu çok dindar bir toplum değildir. Çünkü halk İslam dininin konu ve kavramlarını, İslamın içeriğini yakından bilmiyor. Kuran’ın Arapça yazılmış olması ve toplumun Arapça bilmemesi birleştiğinde Aren’in söyledikleri daha anlaşılır olabiliyor. Bu bakışa göre doğum kontrolüne dinciler o denli karşı çıkmamıştır, Türkiye kadını çok da türban ve çarşaf meraklısı değildir. Aren haklı olarak şu vargıya ulaşıyor: Halkın kendisinden dindar hareketler, kıyımlar, katliamlar gelmemektedir. Gerçekten de kapitalist-emperyalist sermayeyle yönlendirilmekte olan dinci siyasal yapılanmalar politik ve ekonomik ilkeler olarak kutsal kitapları önermiyorlar, monarşi talep etmemekteler ve de aralarında padişah olmak isteyen de yoktur. Çünkü bu anlamdaki klasik diyebileceğimiz köktendincilik dönemi emperyalizmle birlikte kapanmıştır. Denetlenen ve kurulu düzenlerce mobilize edilen dincilik ve köktendincilik vardır. Halklar mücadele edecekse, ki etmektedir; dini, kıyımlar ve katliamlar makinası haline getiren sistemlere karşı etmelidir.

 

Dinlerin ortak noktaları

Görüşlerini Türkiye’nin tarihini de hesaba katarak geliştiren Aren, açısından dinci ayaklanma diye ortaya çıkan ve bastırılan tüm hareketlerin yenilmesinin nedeni Türkiye toplumunun dinci yapıya uygun olmadığıyla ilgilidir. Hatta buna Osmanlı döneminde meydana gelen 31 Mart ayaklanması da dahildir. Bunların uzun erimli olmadığı kısa sürelerde ortaya çıktığı ve lokal düzeyde kaldıkları görülüyor. İslam dinini kendi İslamın içinden giderek de eleştiren Aren, İslamı reformasyondan geçirerek günümüze uygulamanın olanağı da yoktur. Çünkü İslam dininde yenilik yapma diye bir anlayışın dönemi kapanmıştır. Bilindiği gibi İslam hukukunun kaynakları arasında ayet ve hadislerin dışında icmalar ve kıyaslar da bulunmaktadır. Aren’e göre ayet ve hadislere ek yaparak İslamı reorganize edici bu icma ve kıyaslarla dindeki katılık esnetilmek istenmiştir. Fakat içtihat çıkarmak anlamına gelen bu uygulamalar 9. Yüzyıldan itibaren sona ermiştir. “Çünkü” diyor, Aren, “içtihat dinle bağdaşmaz, Allah kelamı Kuran’ın hiçbir cümlesini değiştiremezsiniz” denmiştir. Her süreçte statik olan dinamik olanın önünde engeldir, ona ayakbağıdır. Aren’in gözlemine göre din ile yaşam arasındaki ilişki buna örnektir. Dinin gelişen yaşam koşullarına önerdiği daha doğrusu mutlaka uyulmasını istediği faiz, evlenme, seyahat etme, kadın hakları gibi yasalar insan ve toplum dünyasını körelten, karartan ve onların gelişmesini geciktiren kapalı yapılardır. Ekonomik alanda da verimsiz, çıkmaza giren ilşkiler önermektedir dinci kuramlar. Herkesin alış veriş yaptığı, borç aldığı borç verdiği, en önemlisi enflasyonun olduğu bir piyasada faizin haram ilan edilmesi çocukca bir tutum olmalıdır.

 
Son zamanlarda toplumumuzun biraz da suni nedenlerle ve dış faktörlerin de yönlendirmesiyle laik, anti-laik tartışması gündeme geldi. Buna bağlı olarak adeta cumhuriyeti savunanlarla demokrasiyi savunanlar ortaya çıktı. Toplumun toplumcu kesimleri demokrasiyi savunanların demokrat olmadığını, cumhuriyeti savunanların da sorunlarının cumhuriyet değerleri olmadığını biliyor. Kaldı ki cumhuriyet ve demokrasi birbirini koşullayan olgulardır. Aren de bu tartışmaya ışık tutarcasına demokrasinin bazı niteliklerine değiniyor. Ona göre bir kere dört beş yılda bir seçim yapmak demokrasi değildir. Şeriatçı görüşlerin özgürlüğünü savunmanın da demokrasiyle ilgisi yoktur. Toplumun değişmesini engelleyen, ilerlemeye ve gelişmeye karşı olan görüşlerin de demokrasiyle ilgisi yoktur. Aren’e göre demokrasi çeşitli fikirlerin tartışıldığı bir ortamın her zaman varolabilmesi için mücadele etmektir. Fakat bu ortamın ortadan kaldırılması için görüşleriyle bile olsa mücadele eden insanlara izin verilmesi demokratik değildir. 

 

Dinsel sorunlar kapitalizmin aşılmasıyla çözülüyor

Görüldüğü gibi sorun yalnızca kültürel çerçevede ele alındığında çözüm de bu paralelde tartışılıyor ve siyasal yollardan dincilik ve onu temeline alan köktendincilikler etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Yani Alkan’ da olduğu gibi sorun köktendincilik yönünden bir asayiş sorunu, halk kesimi için de bilinçlenme ve aydınlanma meselesi olarak algılanıyor. Din sorunu ve şeriatçı bir yapı kazanan durum son yıllarda ülkemizde olduğu üzere yoksul kesimlerin eğitimsizliğine, bilgisizliğine indirgeniyor. Bunda isabet olduğu doğrudur; örneğin faşizimler de yoksulluktan beslenmektedir. Sorunu kültürel düzeyle sınırlandıranlar yoksulluğun kaynağını araştırmazlar, bu kaynağa ortam oluşturan kapitalizmin tasviye edilmesini ne yazık ki düşünmüyorlar. Dinselliğin ve bu taban üzerinde kurulan köktendincilik tehlikesi Alkan’ın önermeleriyle çözülemeyeceği gibi faizi serbest bırakmanın politikasını yapan Aren’in çözümleriyle de çözüleceğe benzemiyor. Din sorununun yanısıra etnik sorunlar, kadın sorunları ve benzeri insan hakları meseleleri de ekonomik ilişkilerin dışında ele alınarak kalıcı çözümlere ulaşılamaz. Çünkü yüzyıllardır bazı değişikliklerle uygulanan bu piyasa ekonomi politikalarıyla bu sorunların insani düzeye çekilemediği görülmektedir. Çünkü Doğu toplumlarında dinin gücü Batı toplumlarınkinden fazla olsa da kapitalizmin en fazla gelişkin olduğu toplumlarda da din bir tehlike potansiyeli olmayı sürdürmektedir. Yani sorun Batılılaşarak da çağdaş bir çözüme kavuşamayacaktır. Zira orada da benzer sorunlar yaşanmaktadır. Çünkü köktendincilik giderek daha kompleks bir oluşum haline gelmekte, din dışı unsurlarla operasyonel bir yapı kazanmaktadır. Din, gerçekte dindarların öfkelenmesinin çok ötesinde bir görünüme sahiptir. Bu yüzden onu sınıf ilişkilerinden, egemen sınıfların amaçlarından, politikalarından, devletten ve günümüz açısından emperyalizm olgusu dışında değerlendirmek gerçekçi değildir. Köktendincilik halk kesimlerinin, aydınların ve sosyalistlerin haklı olarak sorun yaptıkları bir tehlikenin karşılığı olmakla beraber emperyalistlerin de sözde karşı oldukları bir olgudur. Gerçekte ise emperyalistler köktendinci yapılanmaların en büyük destekçisidirler, yeter ki bu yapılar kendi kontrolleri altında olsun ve istedikleri biçimde onu biçimlendirebilsinler ve yönlendirebilsinler. Çok bariz iki örnek, 1995’ler de etkili olan Hizbullah’ın hangi çerçevede Türkiye’de örgütlendiği biliniyor. Yine El-Kaide’nin de ABD emperyalizminin bir projesi olduğu herkesin malumu. Egemen sınıflar emekçi mücadelelerinin etkisini kırmak, azaltmak için dini değerlerin dinamizmini her zaman gündemlerinde tutmaktadırlar. Alkan’ın verdiği Maraş ve Sivas katliamları da “samimi“ dindarların tezgahladığı birer katliamdan çok emekçilerin dayanışmacı kültürünü etkisiz hale getirmek için ezen sınıfların bir tasarısıdır, planıdır. Burjuvazinin dini kurumlara karşı mücadelesi, devrimci olduğu dönemlerdeki tutumu da dahil hiçbir zaman dinden kurtulma, ondan özgürleşme biçiminde olmamıştır. Gerek liberal anlayışın gerek aydınlanmanın öne sürdüğü hoşgörü ile din ve vicdan özgürlüğü de gerçek anlamda laikliği getirmemiştir. Çünkü sorun dine özgürlük tanımakta değil dinden özgürleşmektedir. Dolayısıyla her türlü dinsel yapının, kurumun, erkin ve buradaki konu itibarıyla da köktendinciliğin aşılması ancak kapitalizmin aşılmasıyla mümkündür.

* Köktendinciliğe Karşı Aydınlanma, 68’liler Birliği Yayınları, 2007, İstanbul.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU