KRİZ…
ABD artık cari işlem açıklarını taşıyamıyor, dışarıdan destek bulamıyor.
Peki bu krizin nedeni sistemin kendisiyse, tetikleyicisi kimdir?
Tetikçiyi bulmak için finans sistemine bakacaksınız.
***
Sonun başlangıcını 70’li yılların başında aramak doğru olur.
Bu yıllar Batı kapitalizminin yöntem değiştirdiği, para sisteminde yeni bir evrenin başlangıç yıllarıdır. Avrupa ve Japonya’nın canlandığı, aşırı üretimin, kapasite fazlasının kendini gösterdiği yıllardır bu yıllar.
Bu koşullarda ABD kendi özgürlük alanlarının daha da genişlemesini sağlayacak bir yola girdi. ABD aşkını yüreğinde hisseden, hemen her alanda ona öykünmeyi marifet sanan kapitalist dünya, biraz da mecburiyetten, irili ufaklı, bu hegemon devletin peşine takıldı. Finans sektörü sektörlerin eli kırbaçlı efendisi haline geldi.
Bu durumun adına küreselleşme dediler.
Allanıp pullanmış yeni dünya düzeninin kopyaları bu küreselleşmeyi pek sevdiler. Hem halkı hem kendilerini kandırdılar.
80’lerin başında faizin gücünü keşfeden FED faizlerle oynamaya başladı. Faizler yükseldikçe ekonomiler daraldı. İşsizlik artmaya başladı. Bu durumun neoliberal ekonominin önündeki tüm sosyal direnişi kırdığını söylemeye gerek var mı?
Krizler birbirini izledi.
Her kriz tıpkı bizde 2001’de olduğu gibi neoliberal ekonominin daha da yerleşmesine, pervasızlaşmasına, politikalarda faşizme doğru evrilmesine yol açtı.
***
Uzatmayalım.
Finansal sistemin kurduğu saadet zinciri bozuldu.
Şimdi ABD’den başlayan, hızla tüm dünyayı etkisi altına alacak olan krizin şaşkınlığı içinde konuşup duruyorlar.
Bu finans krizinin kendi içinde çaresi yoktur.
Kapitalist sistem başka bir çare üretecektir.
Krizin kurbanları, belki en çok yaygarayı onlar koparacağı için kimi tekel patronları, onların menajerleri gibi görünse de, asıl kurban orta gelir grupları, yoksullar olacaktır.
***
Ama asıl tehlike, krizin bu koşullarda üstesinden gelemeyeceğini, çare bulamayacağını, ancak zorbalıkla yeni bir dümen, yeni bir düzen kurabileceğini düşünen kapitalizmin, demokratik hakları ortadan kaldırmaya, faşizme, her renkten, her boydan teröre başvurabilme ihtimalidir.
Aslına bakarsanız bu pek çok ülkede ihtimal olmaktan çıkmış “kuvveden fiile” dönüşmeye başlamıştır.
ABD’nin 11 Eylül sonrasında “meşru” ve yasal hale getirdiği devlet zorbalığı, neoliberal entel takımı eliyle uzun bir süredir propaganda ediliyor zaten.
Türkiye bunun örnek ülkelerinden birisi olma yolundadır.
***
Krizin önden görünüşü böyledir.
Onun bir de arkadan görünüşü var. Çok daha erotiktir.
Bu nedenle de krizden asıl ders çıkarması gereken, onun acısını en fazla hissedecek olan halk ve varsa onun politikacıları olmalıdır.
Güray ÖZ… / http://www.turkcelil.com/modules/news/article.php?storyid=7715
KİTAPLARDAN Aforizmaller/Çıkarsamalar
- “Yapılanlar aslında hukukun reddidir. Kurbanın hukuka layık olduğu düşünülmez. İnsanlar arasındaki alışılmış biçimlerin hiçbirine uyulmaksızın, bir hayvan gibi yok edilir. Kurban, görünüş ve davranış bakımından katillerinden farklıdır ve katillerin kendileriyle kurban arasında hissettikleri bu uzaklık ona hayvan muamelesi yapmalarını kolaylaştırır. Kurban, kaçışı sırasında onlara yakalanmamayı ne kadar uzun becerirse, katillerin oluşturduğu sürünün gözü de o kadar dönmüş olur.” _______________________Elias Canetti’nin “Kitle ve İktidar” adlı kitabı(s.116)
ULUS DEVLET, KÜRESELLEŞME ve EMPERYALİZM…
McLuhan’ın, “global köy” kavramını 1950’li yıllarda ortaya atması rastlantı değildi. Özellikle de Amerikan kapitalizmi yaşamakta olduğu bunalımdan çıkış yolu ararken. Bu bunalımdan tek çıkış yolu vardı, o da Amerika’nın yeni pazarlara açılması, yeni sömürgeler edinmesiydi. Üçüncü dünya ülkelerini kalkındırma adı altında siyasal düzlemde bir dizi politika oluşturulurken, akademi çevreleri de araştırma projeleriyle ve geliştirdikleri kalkınmacı ve gelişmeci kuramlarla sürece katkı vermeye yöneldiler. İşte bunlardan biri de McLuhan’ın barış, mutluluk ve sevgiden oluşan düş dünyasıydı. Ulusal sınırların ortadan kalkacağı, kültürel farklılıkların yitip gideceği ‘Büyük Ağabey’in güç ve var oluş dünyası birçok ulusun ve kültürün yok oluşu, yani kâbusu olacaktı Orwel’e göre de.
Hiç kuşkusuz McLuhan da bunu biliyordu. Ancak bu, kapsamlı ve uzun vadeli bir projeydi. Kapitalizmin dünyayı tek tipleştirme, tek güç etrafında toplama ve bağımlılaştırma projesi. Bu ise 18. yüzyıldan itibaren ulus, tarih, kültür, dil ve din gibi öğelerin birlikteliğinde oluşan ulus devlet yapılarının dağılmasıyla ancak olanaklıydı. Böylece başlatıldı ulus devlet karşıtı çalışmalar.
Önce ekonomik anlamda zayıflatmak gerekiyordu ulus devleti. Neoliberal ekonomi kuramları kapsamında geliştirilen ve devletin küçültülmesini savunan tezler doğrultusunda oluşturulan politikalar uygulamaya konuldu. Yerel düzeyde burjuva sınıfı yeterince oluşmamış, ulusal sermayesi oldukça kısır, özel sektörel gelişimini henüz tamamlayamamış bizim gibi ülkeler için ise bu sürece dahil olmak, bir bilinmezler serüvenine çıkmaktan öte bir şey değildi. Nitekim 1980’li yıllarda Turgut Özal’la birlikte uygulamaya konulan neoliberal politikaların ülke ekonomisinde oluşturduğu delik deşiklik de bunu gösterdi. Üretim temelinden yoksun kalkındırma politikalarının ülkeyi nasıl dışa bağımlı hale getirdiği ortada. Devlet kendi ekonomi politikalarını yabancıların denetiminden ve yönlendirmesinden uzakta oluşturamaz hale getirildi.
Diğer yandan üretimin olmadığı yerde kullanım fazlası tüketimin özendirilmesi, dolayısıyla da insanların rant, faiz, kara para aklama yoluyla kazanç elde etme çabaları toplumu ilkesizliğin, düzenbazlığın, “benim memurum işini bilir”ciliğin egemen olduğu bir kirlilik sürecine soktu. Yine Batı kapitalizminin ticari politikalarının bir sonucu olarak, medyanın da aracılık etmesiyle Batı’dan akan tecimsel kültürel öğelerin yarattığı kültürel kirlenme, toplumun bu boyutta da Batı yönlendirmeli bir dönüşüm sürecine girmesine yol açtı.
Batı dayatması pop kültür, toplum yaşamının her kesitini etkilemeye başladı. Bir yandan ülkede zaman zaman yaşanan politik kesintilerden dolayı henüz kimliğini tam da biçimlendirememiş olan ulusal kültürümüz Batı’nın sığ pop kültürüyle altüst olmuş. Diğer yandan toplumumuzdaki etnik kültürel öğeler, Batı’nın bu ucuz piyasa kültürü içerisinde, yine bu oyunun bir parçası olarak küçük yaşam alanları bulmaya ve öne çıkmaya başlamış. Kültürel anlamdaki bu küçük yaşam alanları, tam da amaçlandığı gibi toplumdaki etnik kesimler için küçük hareket alanları sunmuş, özgürlük sunumları gibi gösterilmiş, dolayısıyla da gurur okşama nedeni olmuştur. Bu durumun, ulusal kültürün bütünsel bir kimlik oluşturma sürecini büyük ölçüde sekteye uğrattığı gözlenmektedir.
Ulus devleti zayıflatma sürecinde etnik, dini ve dilsel öğelerin kullanımı önem kazanmaktadır. Dini mezhepleri öne çıkararak toplumun din bütünlüğünü bozmak, etnik öğeleri öne çıkararak toplumun ulusalcı temele dayalı birliğini dağıtmak, çokdillilik, çokkültürlülük gibi kavramları önemli kılarak toplumdaki dilsel bütünlüğü parçalamak ve böylece ulus devletin üniter yapısını oluşturan öğeleri etkisiz hale getirmek.
Ve elbette ki bu bölüp parçalayarak yönetmek, bağımlı hale getirmek projesinin bir de bilimsel dayanağını, düşünsel zeminini oluşturmak gerekiyordu. Onun adı ise ‘postmodernizm’dir. Nasıl ki ulus devlet yapılanmasının düşünsel zeminini modernizm oluşturmaktaydı, günümüzün ulus devleti parçalama projesinin düşünsel zeminini de onun bir sonraki aşaması olan postmodernizm oluşturmaktadır. Ve aydınlarımız, o süslü püslü, şık, sevimli, bir o kadar da havalı kavramların, sözde entelektüel söylemlerin peşine düşüp giden bilim insanlarımız acaba ne kadar farkındalar ne ile karşı karşıya olduklarının? Ulus devleti diktatörlük olarak niteleyen o özgürlükçü, alabildiğine de demokratik liberallerimiz gerçekten inanıyorlar mı ardına düşüp gittikleri bu sürecin, Batı emperyalizminin yeni bir oyunu olmadığına? Ama emperyalist çabalara ancak ulus devletin bütünsel yapısıyla direnç gösterilebileceğine inanan, bu nedenle de laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin savunucusu olan bizler, devlet, yurt, ulusal ve kültürel kimlik gibi değerlerin, onlar tarafından, küçük maddi çıkarlar uğruna nasıl değersizleştirildiğinin farkındayız. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, günü kurtarma politikalarıyla da hız kazanan ulus devletin zayıflatılması ve ülkenin bağımlılaştırılması sürecine direnç göstermenin tek yolu, Cumhuriyetin değerlerine ve Atatürk ilkelerine bağlı kesimin bölük pörçük olmaktan vazgeçip bütünleşmesidir.
Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi /29.09.08 Cumhuriyet…
Sizlerden Gelen Yorumlar…