BİLİM ve DİN… (Kavganın Temelleri)…
Bilim ve din toplum yaşamının iki önemli olgusudur. Din, insanlığın düşünce tarihinin bilinen geçmişi boyunca insan yaşamını önemli şekilde etkilemiş ve şekillendirmiştir. Bilim ise Antik Yunan’da başlamıştır. Bilim tarihçilerince ilk bilim adamı olarak Archiemedes (M.Ö. 287-212) kabul edilir.
Din üç büyük eski uygarlık dilinden Yunancadaki anlamı korku ile karışık saygıdır. Latince “religio” kelimesi, Tanrı’ya karşı saygıyla karışık bir bağlılık duygusu ifade eder. Arapçada din kelimesinin üç anlamı vardır. Arabi ve İbrani dillerinden alınanı “hüküm” demektir. Arapçada din kelimesi “gelenek ve âdet” anlamında kullanılırdı. (Adıvar, s.30).
Fransız düşünürü Ferdinand Buisson’a göre (1841 – 1932), “dinin bir cismi bir de manevi yanı vardır”. Dinin cismiyle manevi yönü arasındaki farkın daima gözetilmesini önerir. Dinin cismi; kurumları, aşamaları, dogmaları (boş inanç) ve din binasının toplumsal yapısı vardır. Devleti dinle yönetme yandaşları, dinin cismine ait kurumları daima dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun eğmeye sevk için kullandıklarından, en büyük önemi bu kısma vermişlerdir. Buisson dinin en çok bu kısmından korkar. Dinin manevi yönü ise doğaüstü şeylerin, en yüksek değerlerin sezgi ile bilinmesinden ibarettir. Buisson dini üç öğeye ayırarak tanımlıyor: (Adıvar, s. 33).
1. Düşünsel bakımdan gerek tarihi ve gerek kuramsal birtakım iman ve akidelerden (inanç),
2. Duygusal bakımdan ibadet, esrime, delilsiz ve ispatsız inanma ve dua gibi heyecandan,
3. İşlevsel bakımdan da kişinin, ailenin, toplumun, maddi ve manevi yönetimine uygulanabilen birtakım kurallardan oluşmaktadır.
Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlem üzerine kurulmuş akıl yürütme ile önce dünya ile ilgili belirli olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir (tümevarım). Bilimin bu kuramsal görünümünün yanı sıra, rahatlık ve lüksü sağlayan bilimsel teknik de vardır. Bilimi toplum için önemli kılan bu bilimsel teknik yanıdır. (Russel, 1972, s. 6).
BİLİM-DİN ÇATIŞMALARI
Bilimle din arasında çatışmalar her zaman olmuştur. Bunlardan en sık yaşanmış olanı, kutsal kitaplardaki metinlerdeki doğa olgularına ait bulunan yargılara karşıdır. Bu gibi yargıların bilimsel gözlem sonucunda yanlışlıkları ortaya çıkınca, kutsal kitapların her sözcüğünün Tanrısal doğruluğuna inanan din adamları için büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bunun en bilinen örneği, Güneş’in değilde Dünya’nın döndüğünü kanıtlayan Galileo’nun başına gelendir.
Wilhelm Ostwald (1853-1932), Bilimler Felsefesi Üzerine Bir Çalışma adlı eserinde, bilimi şu şekilde tanımlamaktadır. “Tekrarlanmaya uygun olan gerçekliklerin bazı ayrıntıları bilinmekte olduğu için, gelecekteki gerçeklikleri de önceden bilmek ve görmek olanaklıdır. İşte bu önceden görüş ve bilişe, en genel anlamıyla bilim derler”.
Réne Descartes (1596-1650), Felsefenin İlkeleri adlı eserinin önsözünde, bilimi ulu bir ağaca benzeterek, kökünün metafiziği, gövdesinin fiziği ve dallarının da öteki bilimleri temsil ettiğini yazmıştır. Bilimde her buluş yeni bir halka olup doğayı tanımadaki zincirin bir boşluğunu doldurmaktadır.
Çeşitli düşünürler tarafından bilimin amacı şu şekilde verilmiştir. Francis Bacon, “Bilimin asıl amacı insan yaşamına yeni türetmeler ve zenginlikler vermekten ibarettir”. İngiliz filozofu Hobbes, “Bilginin amacı güçtür”. Auguste Comte, “Bilimin bütün amacı önceden görmektir; bilimden, önceden görmek gücü çıkar, bu güçten çalışma doğar”. (Adıvar, 1969).
Ortaçağ düşüncesi ile çağdaş bilim düşüncesi arasındaki önemli fark otorite (yetke) sorunudur. Skolâstik düşüncenin savunucularına göre İncil, Katolik inancının dogmaları ve Aristoteles’in öğretileri her türlü kuşkunun üstündeydi. Özgün düşünce, olguların düşüncesi bile kurgusal düşüncenin değişmez sınırlarını aşmamalıydı. Her türlü doğa ile ilgili sorular, gözlemle değil, ama Aristoteles’in ya da Kutsal Kitabın söylediklerinden tümdengelim yoluyla çıkarılmalıydılar. (Russel, 1972).
İslamda bilim ve felsefe, antik Yunan eserlerinin Arapçaya çevrilmesi ve eleştirilmesiyle başlamış ve hiç bir zaman kendisine özgü bir kişiliğe ulaşamadan uzlaştırıcılık ve eklemecilikle yetinmiştir. Tıp ve simyacılıkta bireysel çalışmalar olmuşsa da bir genellemeye ve yasalara (tümevarım) gidememiştir.
Özetle, din ile bilim arasındaki çatışma, tümdengelimle tümevarım arasındaki çatışmadır. Bu çatışmadan Russel’ın yazdığı gibi “bilim her zaman yengiyle çıkmıştır”.
GÖKLERDEKİ EGEMENLİK SAVAŞI
Din ile bilim arasındaki ilk meydan savaşı, Güneş sisteminde Güneş’in mi yoksa Dünya’nın mı merkez olduğu konusundaki uzlaşmazlıktan çıkmıştır. Dünya’nın döndüğünü savunan ilk astronomi bilgini M.Ö. III. yüzyılda yaşayan Samos’lu Aristharkos’tur. Galileo gibi o da dine karşı saygısızlıkla suçlanmıştır.
Copernicus (1473 – 1543), Göksel Cisimlerin Dönüşleri Üstüne adlı eserinde Güneş merkezli sistemi kanıtlamadan ileri sürmüştür. Astronomi biliminde ikinci büyük adımı atan Kepler (1571 – 1630) oldu. Kepler hiçbir zaman kiliseyle çatışmaya girmemiştir. Danimarka’lı Tycho Brahe’nin yıllar süren gözlem ve belgelerinden yararlanma olanağını bulmuştur. Gezegenlerin Güneş çevresinde bir elips çizerek döndüklerini ve Güneş’in odaklardan birinde bulunduğunu öne süren birinci yasası ile bir gezegeni Güneş’e birleştiren doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarar diyen ikinci yasasını Kepler 1609 yılında yayınlamıştır. Kepler üçüncü yasasını 1618’de yayınlar. Kepler’in üç yasasının bilim tarihinde başka ve daha büyük bir yeri vardır. Kepler’in yasaları Newton’un yerçekimi yasasının kanıtlanmasına olanak hazırlamışlardır.
Galileo Galilei (1564 – 1642), gerek bulguları ile gerekse Engizisyonla çatışmayı göze almasıyla çağının en dikkate değer bilim adamıdır. Cisimlerin hareketlerini yöneten yasaların (dinamiğin) incelenmesi onunla başlamıştır. Pisa’daki eğri kulede yaptığı deneyle cisimlerin serbest düşme yasasını bulmuştur.
Galileo Copernicus’un Güneş merkezli teorisini benimser ve teoriyi kanıtlamak için ilk kez teleskopu yapar. Ay’ın yüzeyinin kusursuz ve pürüzsüz değil, kayalıklı dağ ve vadilerle kaplı olduğu görülür. Geleneksel öğretinin gök cisimlerinin yediden fazla (Güneş, Ay ve beş gezegen) olamayacağı savı, Jüpiter gezegeninin çevresinde Kepler yasalarına göre dönen dört uydusunun saptanması ile bir anda geçerliliğini yitirir.
Kilise adamları Galileo’nun Dünya’nın güneş çevresinde döndüğü iddiasının, kutsal kitabda yer alan Yeşu’nun Güneş’e hareketsiz durma emri yolundaki beyanlara ters düştüğüne dikkat çektiler. Engizisyon toplandı ve aldığı karar bilim tarihinde çok önemli bir belgedir.
1. Güneş’in evrenin merkezi olduğu ve yerinden hareket edemeyeceği düşüncesi saçmadır, felsefe bakımından asılsız, dine açıkça aykırı, kutsal Kitabada açıkça aykırıdır.
2. Dünya’nın evrenin merkezi olmadığı, günlük hareketle döndüğü saçmadır, felsefe bakımından asılsızdır, teoloji bakımından da imanda yanlış ve temelsizdir.
Galileo 26 Şubat 1616 günü yargıçların buyruğunu yerine getirdi. Copernicus’un görüşlerini benimsemeyeceği, sözle ya da yazıyla öğretmeye kalkışmayacağı konusunda ant içerek söz verdi. Giardino Bruno’nun diri diri yakılmasının üzerinden 16 yıl geçmişti. 1632 yılında yayınladığı İki Büyük Yer Sistemi, Ptelomais ve Copernicus Sistemleri Üzerine Konuşmalar adlı eseri, bütünüyle Copernicus’a hak veren düşüncelerle kaplıydı. Bu sefer Engizisyon tarafından cezalandırıldı. 1637 yılında kör oldu. 1642’de (Newton’un doğduğu yıl) öldü.
Galileo hem Aristoteles’i hem de kutsal kitabı şüphe ile karşılamış, bu yolla ortaçağ bilgi kalesini yıkmıştır. (Russel; 1962, 1972).
EVRİM KURAMI
Evrim öğretisi, jeoloji ve biyoloji alanlarında Copernicus yengisinden sonra astronominin karşılaştığı dinsel bağnazlıktan çok daha ağır ve inatçı bir bağnazlıkla savaşmak zorunda kalmıştır.
Kutsal Kitaplara göre Dünya altı günde yaratılmıştı. Göksel cisimlerle, bütün hayvanları ve bitkileri de bugün gördüğümüz şekliyle yaratmıştı. Tanrı Âdem’le Havva’ya belirli bir ağacın meyvesini yememelerini buyurmuş, ama onlar bu buyruğa uymamışlardı. Âdem’in işlediği günahla beraber insanlar çok kötüleşmişti. Tanrı, Nuh ile üç oğlu ve onların eşleri dışında hepsini Tufan’da boğmuştu. Gemisine bugün iki milyondan fazla türün var olduğunu bildiğimiz hayvan ve bitkilerden almıştı.
Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni Üzerine adlı eserinde bütün hayvan çeşitlerinin değişimle ortak bir atadan gelmiş oldukları görüşünü ileri sürmüştür. Bu teoloji için büyük bir darbe oldu. Kutsal kitaplarda yer alan türlerin değişmezliklerinin geçersizliğini ortaya koymaktaydı. Aynı zamanda insanın hayvanlardan türediğini söylemek cesaretini göstermişti.
TIP BİLİMİNİN VERDİĞİ SAVAŞ
Eski zamanlarda hastalıklar işlenen bir günahın Tanrı tarafından cezalandırılması veya cinlerin işi sayılıyordu. Hasta ancak din adamlarının aracılığı, dualar, kutsal yerleri ziyaret veya cinleri kovmakla iyileşebilirdi. Kutsal emanetlerin hastalığın iyileştirilmesinde oldukça etkiliydi. Örneğin, Azize Rosalio’nın Palermo’da yüzyıllardır iyileştirmede etkili olan kemiklerinin keçi kemikleri oldukları anlaşılmıştı. İngiltere’de “the King’s evil” adı verilen bir hastalığın kralın dokunmasıyla iyileşeceğine inanılmaktaydı. Akıl hastalıklarının insanın içine şeytanın girmesi olarak kabul ediliyordu.
Anatomiyi ilk kez bilimsel temellerine oturtan Andreas Vesalius’dur. (1514 – 1564) Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılması nedeniyle erkeklerin bir kaburga kemiğinin eksik olduğunun doğru olmadığını gösterince kilise ayaklandı. Engizisyon tarafından verilen ceza nedeniyle kutsal topraklara bir hac gezisi yapmak için bindiği geminin batmasıyla ölmüştür.
Çiçek hastalığına karşı bağışıklık sağlayan aşı, kilise adamlarının büyük direnişiyle karşılaştı. Montreal’de büyük bir çiçek salgınının baş gösterdiği 1885 yılında kentin Katolik halkı kilisenin desteği ile aşı olmamakta direndi. 1847 yılında Simpson, çocuk doğumunda uyuşturucunun kullanılmasını önerince kilise adamları ona Tanrı’nın Havva’ya söylediği şu sözü hatırlattılar: “Çocuklarını ağrı çekerek doğuracaksın”.
Tıp bilimi de bu savaştan yengiyle çıkmıştır. Birçok hastalıkların tedavisi ve insan ömrünün uzaması bunun en önemli kanıtıdır.
SONUÇ
Bu yazıda son 450 yılda bilim adamlarıyla din adamları arasındaki çatışma kısaca anlatılmaya çalışılmıştır.
1 Copernicus’un Güneş merkezli sisteminin açıklanması ile bilim adamları ile otoritelerinin kaybolacağı telaşına kapılan din adamları çatışmaya başlamıştır. Ellerindeki gücü Engizisyon eliyle kullanarak 1616 yılında Bruno’yu diri yakmışlar, Galileo’yu zindana ve ev hapsine mahkûm etmişlerdir. Jean Jacques Rouseau yazdığı Emile adlı pedagoji kitabında çocuklara din eğitiminin 18 yaşından sonra verilmesi gerektiğini söyleyince Fransa’dan kaçarak İsviçre’de yaşamak zorunda kalmıştır. Hallac-ı Mansur’unda din bağnazlarınca öldürüldüğünü unutmayalım.
2. Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlemler üzerine kurulmuş akıl yürütmeyle önce Dünya ile ilgili belirli olguları, sonrada bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir. Mantıkta buna tümevarım denilir. Bilim durağan değildir, her öğretinin yeni bilimsel çalışmalarla değişikliğe uğrayacağını bilir ve bekler. Her buluş doğayı anlamada zincirin bir halkasını oluşturur. Saltık gerçekler bilimde yoktur.
3. Din ise kutsal kitapların yazdıklarını saltık gerçek kabul eden dogmatik yapıdadır. Buna mantıkta tümdengelim denilir.
4. Din ile bilimin kavgası tümdengelimle tümevarımın kavgasıdır. Bunun en basit örneği; bütün canlıların ve evrenin bugün olduğu şekliyle 6 günde yaratıldığı dogmasıyla, uzun bir evrim sonucunda bugün yaşadığımız ve gördüğümüz şekillere ulaştığı kavgasıdır.
5. Russel’ın yazdığı gibi; “Bilim adamlarının ve bilimsel bilgiye değer veren herkesin açıkça üstüne düşen görev, eski biçim zorbalıkların yok olup gittiğine bakarak, birbirlerini kutlamak değil, ama zorbalığın yeni biçimlerine yiğitçe başkaldırmaktır. Dogmalarının eleştirilmesine katlanamayan bir rejimin yeni bilgilerin bulgulanmasına engel olacağı gözden uzak tutulmamalıdır. Aydınca düşünme özgürlüğüne kişisel açıdan önem verenler, bir toplulukta azınlıkta olabilirler. Ama geleceğin en önemli kişilerinin bu azınlığın içinde olduklarını unutmamak gerekir.” (Russel, 1972, s. 231).
6. Bugünlerde yaşadıklarımızı çok önceden gören Büyük Atatürk, Tevfik Fikret’ten aldığı şu sözlerle “Aklı hür, vicdanı hür” bir gençlik yetiştirilmesini biz eğitimcilere bir görev olarak vermiştir. Bu görevde ne kadar başarısız olduğumuzu görmek çok üzüntü verici!
Kaynaklar
Adıvar, A. A.; Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 1969.
Hançerlioğlu, O.; Düşünce Tarihi, Remzi Kitapevi.
Bixby, W.; Galileo ve Newton'un Evreni, TÜBİTAK, 1997.
Russel, B.; Bilimden Beklediğimiz, Varlık Yayınları, 1962.
Russel, B.; Bilim ve Din, Yüzyıllardır Süren Savaş, Varlık Yayınevi, 1972.
Yıldırım, C.; 100 Soruda Bilim Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1974.
http://garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi?w+30+/cubilim/cubilim2008/0803/07/t/b2106.html+din
EN APTAL KUŞAK…
-The Sunday Times Culture International’da yayımlanan bir yazı...
YANILTICI (Dezenformasyon) BİLGİLENDİRME…
Bir ülkede sıkıntılar çekilerek ekonomik durum düzeltilebilir, liyakatsiz, partizan kadrolar kısa sürede temizlenebilir; ancak kişilerin ar damarı çatlamışsa bunu gidermek gerçekten çok zor. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz;Asıl tehlike toplumun önemli bir bölümünün onurunu, özsaygısını yitirmesi ve ar damarının çatlamasıdır. Özsaygısını yitirmiş bir toplum, kimliğini, kişiliğini, sonunda da bağımsızlığını yitirir.Atatürk bu gerçeği görmüş ve veciz şekilde de ifade etmiştir. Ama maalesef bugün böyle bir ileri görüşlülüğe sahip insan sayısı geri görüşlülüğün çok ama çok altındadır..
Memleket ahvali…
Eskiden ulusal maçlar, olimpiyatlar, dünya şampiyonası gibi olayları nefesimizi kesip izlerdik, bugün yolsuzluk tartışmalarını bütün millet nefesini kesmiş ekranlardan izliyor,var sen hesap et, memleketin ahvalini!
Kemal Kılıçdaroğlu ile Dengir Mir Mehmet Fırat’ın TV'de açıkoturum yolsuzluk cevap yanıtlarına atfen...
EKONOMİK KRİZ/KRİZLERİN NEDENLERİ…
Ekonomik krizlerin bir gerçek nedeni bir de tetikleyicisi ya da tetikleyicileri vardır. Ekonomik krizin gerçek nedeni kapitalist düzendir. Kapitalist düzende beklentiler, özellikle büyük sermayenin beklentileri, tüketim özellikle yatırım harcamaları üzerinde etkili olduğundan, harcamalarda dalgalanma, ekonomide genişleme, daralma evrelerine yol açmaktadır. Kapitalist düzende genişleme ve daralma dönemlerinin birbirini izlemesi doğaldır.
Dünya ekonomisi, 2000’li yılların başlarında özellikle 2002 yılından sonra hızla büyüme sürecine girmiş, dış ticaret hacmi genişlemiş, fiyat artışları sınırlı düzeyde kalmış, işsizlik oranları düşmüştür. Kapitalist düzende hızlı büyüme sürekli olamayacağından, yavaşlamanın, krizin belirtleri, işaretleri görülmüştür. Finansal pazarlarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatlar balon yapmıştır. Borsalarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatların balon yapması, ekonomik başarının göstergesi olarak kamuoyuna sunulmuş, övünme konusu yapılmıştır. Gerçekte, fiyatların balon yapması, öncü bir kriz göstergesidir. Balonun sönmesi, hava yitirmesi söz konusudur. Nitekim tüm menkul kıymet borsaları, özellikle hisse senetleri, önemli boyutta değer yitirmiş, özellikle ABD’de taşınmaz mal piyasasında durgunluk fiyatlarda gerilemeye yol açmış, ipotekli taşınmaz mal kredilerinin geri ödenmesini zorlaştırmış; donuk ve batık kredileri kabartmış, yasal takiplerin, icra yolu ile satışların artması, piyasalardaki durgunluğu yaygınlaştırmıştır. İpotekli taşınmaz kredisi veren finans kurumlarının ödeme güçlüğü içine düşmeleri, ipotekli krediler teminat gösterilerek çıkarılmış varlığa dayalı menkul kıymetlerin geri ödenememesi, krizin nedeni gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Bu olgu, krizin ana nedeni değil tetikleyicisidir.
Sorun, krizden çıkış sürecini kısaltmıştır. ABD’nin kapsamlı bir kurtarma programı hazırlamakta oluşu, piyasalarda olumlu bir hava yaratmıştır. Ancak reel bir düzelme olmadan, yalnız finansal önlemlerle durumu kurtarmak olanaklı değildir. Finansal önlemler zaman kazandırır, olumlu bir hava yaratır, ancak sorunu çözmez.
Kaldı ki bu krizin mali portresi, yükü bilinmemektedir. 700 milyar USD ile finansal pazarlarda ödeme güçlüğünün ortadan kaldırılması da olanaklı görülmemektedir. Büyük boyutlu bir programı da ABD ekonomisinin taşıma gücü yoktur. ABD, cari işlemler ve bütçe açığı veren bir ülkedir. Dış borcu yüksektir. ABD sınırları dışında dolaşan her USD, ABD’nin borcudur. Bunalımdan çıkış programının, banka, finansman kurumu, şirket kurma girişiminin kaynağı nerden gelecektir? ABD’nin bütçe fazlası yoktur ki, bütçe fazlası ile programı fonlasın. O halde kaynak ya vergi artışı ile ya kamu hizmetlerine ayrılan kaynakların azaltılmasıyla, ya borçlanma ile ya da yükün diğer ülkelere kaydırılması veya bunların bir bileşimi ile karşılanacaktır. ABD’de vergi mükellefleri, kurtarma operasyonu için vergi yükünün arttırılmasını kabul etmezler; bu tutumu ahlaki değerlere aykırı bulurlar, kaldı ki başkanlık seçimi öncesinde buna olanak da yoktur. ABD’de gösterişe, reklama karşın, kamu hizmetlerinin kalitesinde sorun vardır.
Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerine ayrılan kaynaklar yetersizdir, yakınma konusudur. Kamu hizmetlerinden tasarruf yapılması olanağı da yok gibidir. ABD’nin bu faiz oranları ile bu kriz ortamında büyük boyutlu borçlanma olanağı da yoktur. ABD, krizin yükünü dünyaya, diğer ülkelere yaymaya çalışacaktır. Oluşturulacak kurtarma fonlarına, gelişmiş ülkelerin katkısı aranacaktır. Ayrıca dolar basarak, doların değerini göreceli olarak daha düşürecek, birikimlerini USD’de ya da USD üzerinden çıkarılmış menkul değere yatırmış olanlara dolaylı biçimde yaymaya çalışacaktır.
Yükü yayma ABD ekonomisini krizden, durgunluktan ya da stagflasyondan, durgunluk içinde enflasyondan kurtaramazsa ABD Ortadoğu’da, Afganistan’da savaşı yayar mı? Sorun ve kaygı buradadır. Türkiye, krizden çıkış için ekonomik, politik, finansal çözüm yolları aramasından etkilenecektir. Etkilerin neler olabileceğini, izleyen bir yazıda irdelemeye çalışacağım.
KAYNAK: ÖZTİN AKGÜÇ / http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1209.html
KİTAPLARDAN… Aforizmaller/Çıkarsamalar…
- Aşırı-dinci gruplarda tanrı buyruğu gibi gösterilen buyurucu nitelikteki bu baskıların gerisinde en başta ekonomik ve siyasal çıkarlar, dolayısıyla egemenlik kurma, örneğin islam toplumlarında Şeriatçılık eğilimleri vardır. çünkü boyun-eğdiricilik ancak çevresinde böyle ekonomik ve siyasal bir teslimiyet (İslâm) ve kölelik yarattığı ölçüde rahat eder, amaçladığı mutlak egemenliğine kavuşur. [bak. O. Çalışlar, İslamda Kadın ve Cinsellik, Afa Yayınları, 1991].
- 80 ‘den önceki yazarlar, şampanyayı içmek yerine onun kimyasal analizini yaparlardı. Zamane yazarları ise yalnızca içiyorlar. Oysa birincilerinin bunca tahlil çabalarının altında kendilerinin az sonra içecekleri şaraptan alacakları zevklerden daha fazla insanın nasıl zevk almasını sağlayacakları isteğiydi. Bu ise gerçekten ciddi bir iştir. Hem ahlaki hem politik bir iş. Terry Eagleton/Kuramdan Sonra
PİSTOZ / PİSTOMANİ… İNANÇ HASTALIĞI…
man, inanç sistemleriyle insanlara aşılanıyor. Dinler, ideolojiler, dünya görüşleri olarak. İnanç sistemleri kendilerini yenileyemiyor, değişen dünya karşısında, içlerinde olması gereken devingenliği (dinamizmi) harekete geçiremiyor. Kendi içlerine kapanıyor. Büzülüyor. Küçülüyor. Baskıyı arttırıyor. Gerçeklerden uzaklaştıkça, yeni değerler, kültürel ürünler (sanat, bilim ve düşüncede!) yaratamadıkça, saldırganlaşıyor, kendi inananlarına ve kendisi gibi inanmayanlarına dehşetle baskılar uyguluyor. Gerçeklikle haberleşemeyen, ufkunu bu haberleşme sonucu genişletemeyen inanç sistemleri pistoza yakalanıyor. (Psikoz’un, pistisiayatrideki karşılığı) Dünya için büyük bir tehlike oluşturuyor.
Pistoza yakalanmış bireyde ise, kendini ideale en yakın sayma hüsnü kuruntusu vardır. En yetkin, en adil birey odur. Dinlerde bu tanrıyı yakınlık biçiminde görünüyor. Tanrıya en yakın benim. Diğer gafiller ise uzakta. Onları yola getirmek gerek ya da yok etmek. Pistomanik sapkınlık, ne bireye ne de ait olduğu inanç düzenine insanlık adına katkı sağlamıyor. Dehşet yaratıcısı insanlar, bu pistomaniklerden çıkıyor. “En doğruyu, en gerçeği, en mükemmeli bilen benim. Yüce güç -ki benim dışımdadır!- bana buyruk verdi, insanları ‘ıslah’ etme, doğru yola sokmak için buradayım.” Bu kişi kafasındaki yüce güçten destek aldığını düşündüğü için ölebilir de! Yaşamla ölüm arasında fark yoktur artık. Çünkü onun imanı onu ayrıcalıklı kılmıştır. Doğru bir yerden doğru mesajlar almaktadır.
Elbette pistomaniyi destekleyen en önemli etkenlerden biri “mazlum” psikolojisidir. “Ben mazlumum. Zulüm görüyorum. Zalimi öldürmede haklıyım.” Dünyada zulüm vardır. Zulüm ve sömürü sürdüğü sürece pistomanik ortam hep olacaktır!… KAYNAK: http://garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi?w+30+/cubilim/cubilim2003/0312/13/t/b0203.html+Bilim+inan%E7SORGULAMA BİLİNCİ…
Bilgilenmenin dışında hiçbir güç, toplumu içine düştüğü bunalımdan kurtaramaz. Bilginin kaynağı, sözü sonsuzluğa erdiren kitaptır. Bellek yanılır, yazı yanılmaz. Kitapla doğan düşünsel etkileşim, ‘yazı’nın ürünüdür.
Komutan, bölüğe sınavla yazıcı alacakmış. Soru şu: İki kere iki kaç eder? ‘Dört’ yanıtını veren, ben kazandım diye sevinçle kapıdan dışarıya fırlamış. Aralarından biri, komutandan kâğıt kalem istemiş, işlemi yaptıktan sonra, “Dört, komutanım!” demiş. Komutan onu yazıcı yapmış…
Zebur, Tevrat, İncil, Kuran… Dinsel söylemler, kim bilir geceyi gündüz eyleyen hangi sabırlı bir yazıcının parmak uçlarından aktı insanlığın belleğine…
Ne yazık ki, kimi toplumlar bilgisayar çağında bile aralarında yazısal bir etkileşim kurmuş değildir. Düşünmek özgürlük duygusunun kaynağıdır; ‘yazı’dan uzak toplumlar, bir türlü bağnazlığın karanlığından kurtulup kendi düşüncelerini yaratamıyorlar.
Yazının bulunuşu İÖ dört bin yıllarına uzanıyor. Çağımızda artık yazısız toplum kalmadı. Ne var ki, insanlığın yarıdan fazlası, yazıdan yararlanmayı bilmiyor. Uzağa gitmeyelim; ağzından dua düşmeyip her gün beş vakit namazını kılanlara Kuran’ın Türkçe’sini okuyup okumadıkları sorulsa, herhalde verdikleri yanıt iç açıcı olmayacaktır.
Tek sözcüğünü anlamadan Arapça’sını okudukları Kuran harfleri, onlar için ‘anlam’ değildir, birer kutsal resim değerindedir.
Dinsel, bilimsel ya da yazınsal; anlamadan okunan hiçbir kitabın özüne varılamaz. Bu, düşünceyi derinliğine kavramaya yetmediğinden, insanın algılama yeteneğini de köreltir. Algılama körelmesine uğramış insan, özgürce düşünmenin ne olduğunu bilmiyor. Öyle olunca da, olagelenleri sorgulama gereği de duymuyor.
Bir, yazıyla kaynaşmış toplumlara bakın, bir de yazı dışı kalanlara… Buluşlar onlarda, teknik onlarda; düşünürler, yazarlar, kompozitörler, ressamlar, tiyatrolar, galeriler… onlarda.
Öbürleri, varlıklarını da, ekonomilerini de onların güdümüne bırakarak yaşıyorlar.
Küreselleşme, AB, Amerikan imparatorluğu; hepsi enerji kaynaklarına sahip olmanın, dünya ekonomisini ellerinde tutmanın hesabını yapıyor. Onlar, Afrikalı çocukların çölün ortasında akbabalara yem olmasına, Irak’ta her gün onlarca insanın ölmesine, bir “ekran oyunu” gözüyle bakıyorlar.
Emperyalist kafa, insan haklarını da, hoşgörüyü de, kişi özgürlüğünü de tarih boyunca hep kendine yontmuştur. Bunun en sıcak örneği Gürcistan! Başbakan Erdoğan’ın iyi niyetli birlik çağrısı, Enerji Bakanı Tüzmen’in misilleme kabadayılığı ciddiye bile alınmamıştır!
Egemen güç, bir ülkede boşluk arar. Boşluğu gördüğü an oraya sızıverir. Arap ülkelerinin yeraltı zenginlikleri onların güdümü altındadır. Şimdi sıra petrol yollarının denetimine geldi…
Petrol kaynaklarının gerçek sahipleri, onların yalnızca yerin altında olana değil, öz varlıklarına da egemen olduklarını akıllarına bile getirmeden, altın işlemeli tahtlarına kurulup halklarını kulluğa mahkûm etmeyi saltanat sayıyorlar.
Oysa, gerçek saltanat, ancak aklını özgürce kullanıp sorgulama bilincine ermiş insanların yaşadığı bağımsız ülkelerde yaşanır. l
DİPNOT / KAYNAK: http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cudergi/w/d0802.html
KÜRESEL EKONOMİ TETİKÇİLERİNİN İTİRAFLARI…
John Perkins, “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabının girişinde şunları söylüyor: “Ekonomik tetikçiler (ET’ler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yardım kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim.”
Yazarın tanımı ile küresel ekonomide şirketokrasi egemen. Bugün ABD’de olan dev şirketler krizi bu gerçeği doğruluyor. ABD’de medya büyük uluslararası şirketlerin elindedir. NBC’nin sahibi General Electric, ABC’nin Disney, CBS’inki Viacom olup, CNN ise AOL Time Warner şirketler topluluğunun parçasıdır. Medya çalışanları bu sistemin yürümesi için yerlerini ve hadlerini bilirler. Gelen krizi net olarak ortaya koymayan medya yüzünden ABD’deki son çalkantılar şok etkisi yaratmış durumda. Bu nedenle küresel dünyada medyaya sahiplik sisteminin değişmesinin artık şart olduğu çoğu çevre tarafından belirtiliyor. Son günlerde çokça yaşadığımız Türkiye’deki kötü örnekleri de dikkate aldığımızda bunun bizim için de ne denli önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İletişim dünyasına şirketler sahipse zalimce uygulanan ekonomik sistem medya kanalı ile yönlendiriliyor. Sonra büyük iflaslar, ekonomik depremler şok etkisi yaratıyor.
Üretmeyen sadece küresel fonların cazip uğrak yeri olan ülke ekonomimizi daha bir yıl önce tüm medya muhteşem olarak sunmamış mıydı? Ülkenin roket hızı ile şaha kalktığını ballandıra ballandıra anlatmıyorlar mıydı? Petrole bağlı bir ekonomi, cari açığı tehlikeli sınırda ve finansmanı sıcak para ile yapılıyor, dış ve iç borçlar gayrisafi milli hasılaya neredeyse eşitlenmiş, kredi kartları ile ülke vatandaşı tüketim çılgınlığına girmiş, çocukların da ellerinde ek kredi kartları olmaya başlamış, kredi kartları ile müthiş bir sanal ve balon kaydi para yaratılmış ekonomiyi savunanlar ve sıcak para ile övünen bir ekonomiyi kırılgan olarak görenlere cahil diyenler yine bizim medyamız değil miydi? Ekonomiyle ilgili haber ve görüşleri izlerken kendimizi başka bir ülkede yaşıyor sanmıyor muyduk? Evet böyleydi; bunları bize sunan büyük grupların medyası idi.
Ekonomik tetikçi şu önerilerde bulunuyor: “Daha iyi bir dünya yaratmak için sahip olduğumuz şaşırtıcı fırsatları hemen sıralayabilirim: Herkese yetecek kadar yiyecek ve su; hastalıkları geçirip bugün milyonlarca insanı gereksiz yere etkileyen salgınları önleyecek ilaçlar; yaşamın gereklerini yerkürenin en ücra köşelerine bile götürecek ulaştırma sistemleri; okur-yazarlık oranını arttırıp, dünyadaki her insanın, diğer bir insan ile iletişime girebilmesine olanak verecek internet servislerinin sağlanması; farklılıkların giderilmesini sağlayarak savaşları gereksiz kılacak araçlar herkes için daha ekolojik ve verimli evler geliştirmek için kullanılabilecek, hem uzayın sonsuzluğunu hem de en minik atomaltı enerjiyi araştıran teknolojiler; yukarıdakilerin tümünü başarmak için yeterli kaynaklar ve daha birçok şey.”
Ve şu soruları kendimize sormamızı istiyor:
– Neyi itiraf etmem gerekiyor? Kendimi ve başkalarını nasıl kandırdım? Nerede geciktim? Dengesiz olduğunu bildiğim sistemin içine çekilmeme neden izin verdim? – Kendi çocuklarımın ve tüm çocukların, Kurucu Atalarımızın rüyasını, yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı düşünü gerçekleştirmelerini sağlamak için ne yapacağım? – Gereksiz açlığa son vermek; çocuklarımıza, obur veya dengesizce yaşayan insanlara, medyanın kendilerini nasıl kontrol ettiğini ve bizi mutluluk hayalleri ile avuttuğunu nasıl anlatacağım ve onları ikna edeceğim?Bu kitabı okuyunca şunu düşündüm; bizde de ekonomik tetikçiler var mı, varsa ne zaman itirafta bulunacaklar, acaba şunları itiraf edebilecekler mi?
– Arkadaş ben medyayım, hükümetle işim var. Ticaretim için bazı zaman yağ yaparım, bazı zaman yerden yere vururum. – Bizler de arsa spekülasyonu yaptık. İmar artışından yararlandık. Oluşan rantı birileriyle paylaştık. – Ekonomiyi iyi göstermek zorundayız. Bunun için ciddi teşvik primi alıyoruz. – Allah’la kandırdık, para topladık. Bu paraların büyük kısmını yoksul insanlara dağıttık. Ama bir kısmını da hizmet ücreti olarak biz aldık. Bu bizim hakkımız. – Biz farklıyız; sosyal dayanışma içinde eğitim ve ticaret bizim önceliğimiz. Din ikinci planda. Bu iki hedefi gerçekleştirmek için ciddi ekonomik organizasyon kurduk. Havuza giren paralar gönüllü verilen paralar ve herhangi bir vergi kaybına ve yolsuzluğa yol açmıyor. Onun için bizden korkmayın! – Büyük projeler, ihaleler, satın almalarda bize yardımcı olan insanlara elbette gelir dağılımı adaletini sağlamaya katkıda bulunmak için hediyeler verdik. Bundan doğal ne olabilir. Vermeseydik daha fazla zenginleşmemiz sizi rahatsız etmez miydi? – Farkına vardık; tüketen ekonomiden üreten ekonomiye geçmemiz bizi kurtaracak. – Medya sahiplik sisteminin değişmesi şart; medya çok şeyi yönlendirebiliyor. Bu nedenle tarafsızlığı sağlayacak sahiplik en uygunu.Dünyada ekonomik tetikçiler itiraf ettikçe gerçekleri öğreneceğiz.Bekleyelim görelim…
AYNAK: http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1211.html
TÜRKİYE’DE İKTİDAR ve DİN…
Türkiye; 1946’da çok partili hayata geçişle birlikte, tüm liderler ve partiler, oy kaygısı ve iktidar hırsıyla dindar halkı kullanmışlardır. Dindar halkı etkilemenin en kolay yolu olarak da sürekli imam hatip okulu açmayı seçmişlerdir. İktidarlar bilim toplumu yerine din toplumu yönetmeyi tercih ederler. Burada lider açıkça ifade etmese de, bir şekilde tanrının ve peygamberin talimatlarını ileten vasıta konumundadır.Yani icraatlarından sorumlu değildir. O sadece emirleri yerine getirmektedir. Tanrı ve peygamberin emirlerinin tartışılamayacağı gerçeğini de göz önüne alırsak, halkın da iktidarın icraatlarına kayıtsız şartsız uyma durumu ortaya çıkar. İktidarlar bilim toplumu yerine din toplumu yönetmeyi tercih ederler. Çünkü bilimsel düşünce yapısı ile din ağırlıklı düşünce yapısı birbirinden çok farklıdır. Bilime ve bilimsel düşünceye inanan insanlar soru sorar, yapılan işlerin nedenlerini araştırır, hurafe ve dogmadan uzak durur, gerçeklere ulaşmaya çalışır. Din ağırlıklı düşünce yapısında ise mutlak bir teslimiyet vardır. İktidarların halkı sürekli yönlendirmeleri sonucunda da dinin ve kuran-ı kerim’in dışına taşmış, hurafe ve dogma ile tıka basa dolu, günümüz türkiye’sindeki yapı ortaya çıkar.
Bu garip iktidar hırsı sonucunda, genç neslin önemli bir bölümü kasıtlı olarak cahil bırakılmıştır. Yüzbinlerce genç açık öğretim gibi bir garabet kullanılarak heba edilmiştir. İlerde, sermaye ve iktidarın sahipleri olarak düşünülenler, gerçekten bilimsel ve çağdaş düşünce yapısı ile eğitilmişlerdir. Ancak bu seçilmişlerin de kafasına ilk yerleştirilen imaj, yönetecekleri toplumun olabildiğince gerçeklerden uzak tutulmasıdır.
________________ http://www.bildirgec.org/yazi/iktidar-ve-din
BU DÜNYA GERÇEK, YALAN OLAN ÖBÜR DÜNYADIR…
Bizim, senin, onun bunun yani hepimizin Dünyası asla yalan değildir…
Bu bir kandırmaca…
Günlük yaşantımızda zaman zaman duyduğumuz ’Bu dünya boş, ne varsa öbür tarafta var’, ’Bu dünya yalan’, ’Batsın bu dünya’, ’Dünyada ölümden başkası yalan’ gibi bilinçsiz bir şekilde kullanılan bu sözler hatalı ve insan için çok inciticidir...
Tam aksine mükemmeliyet noktasında bir tasarıma sahiptir.Mükemmel bir nanobilim üstadıdır. Her şeyi atomlardan başlayarak inşa etme konusunda eşi benzeri yoktur. Milyonlarca değişik türleri barındırmaktadır. Dünyamız, insana rağmen yaşamı korumayı ve sürdürmeyi başarmaktadır. Bu incitici sözler yerine bizimki ’yalan olan bir şey varsa o da yalancının kendi yaşamıdır. Bizlerin dünyası ise canlı, yaşayan ve eşsiz güzellikle bir gezegendir.”
Çalışkan ve bilgi düzeyi yüksek toplumlar kendi yazgılarını kendilerinin tayin etmektedir…
“Önemsiz konularla öldürülen zamanın ve boş tartışmaların, dünya teknolojide hızla ilerlerken bizim uyutulmamızın, ülkemizin gündemini değersiz konularla doldurmanın varlığı moralimizi bozmamalı”
Yani; herşey burada, yalan olan öbür taraf…
Neden mi söylüyorum bunu….
Şundan…
DOĞUMDAN ÖNCE NE İSEK, ÖLDÜKTEN SONRADA O OLACAĞIZ ÇÜNKÜ…
5 MAYMUN HİKAYESİ… İşte ideolojilerin tabulara dönüşümünün hoş bir anlatımı…
Kafese beş maymunu koyarlar… Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar.
Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur.
İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Bu ikinci maymun da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir.
En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.
Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir.”
İşte ideolojilerin tabulara dönüşümünün hoş bir anlatımı…
Kaynak: http://www.pusulagazetesi.org/arsiv/21.03.2008.pdf
FIRSATLARA VE DUALARA DİKKAT!…
Bir film izle, sonra bu sonucu çıkar. Neredeyse 10 senedir “neden benim başıma geliyor?” “niye bunları hep ben yaşıyorum?” “tamam iyi öyleyim ama neden böyle oluyor?” diye sorduğum sorunun yanıtını izlediğim, hem de Emo’ya izlesin diye aldığım bir filmde buldum.
“Aman Tanrım” diye konusu “Tanrı, Nuh ve Gemisi” olan bir filmde.
Hani bazı filmler vardır karşısına gülmek için oturursunuz ya o filmlerden biri sandım. Elinizde kumanda olacak her espriye gülmek için hazırda beklersiniz ya öyle de sandım. Emo’da izliyor ya özellikle onunla izlerken büyük insanların başına gelenlere evde feci gülünmesi gerekiyor ya, güleceğim diye hazırlandım. Ancak filmin ortasında Tanrı ile oyunculardan birinin konuştuğu bir
sahnede kalakaldım.
Son bir yıldır izlediğim her yeni filmde muhakkak rolü olan, performansına hayran kaldığım, bu yüzden kendime çok yakın hissettiğim Morgan Freeman tabii ki yine var ve tabii ki yine Tanrı. Bir kadın ona soruyor: “Neden diyor?” Olan olaylara kendince bir açıklama istiyor. O cevap veriyor.
Ve aynen şöyle diyor:
“Hep dua ediyorsunuz ya. Güçlü olmak için, cesur olmak için, sorunları yenmek, ayakta almak için. Ailenizi korumak için, onlarla daha yakın olmak için. Ben sadece senin istediğini yapıyorum.
Güç istedin. Sana güçlü olman için fırsat veriyorum. Cesaret istedin. Sana cesur olman için fırsat veriyorum. Aileni korumak istiyorsun ya. İşte sana fırsat. Yaşamın boyunca bundan daha iyi bir fırsatın olmayacak. İnan bana biliyorum çünkü. Ve ailen ile yakınlaşma fırsatı
işte sana…”
Açıklama aslında İncil’in bir yorumu doğal olarak. Ama nasıl güzel ve nasıl anlamlı?
Yıllardır tanıdığım çeşitli insanlar için yorum yaparken kendime sorardım. “Neden?” derdim mesela. “Eğer bu kız bu ailede doğmasaydı kesin ya fahişe olurdu ya oraya buraya satılırdı sürdüremezdi hayatını” falan dediğim, anlamaya çalıştığım insanlar oldu. Mevcut şartlarının içinden al çıkar bir yere koy belki de nefes alamayacak kadar güçsüz ve savunmasız kadınlar tanıdım. Erkekler de. Arada kendime ve benim gibi olan, benzer olan, birbirimizde ortak yönlerimiz olan, savaşçı kadınlar da tanıdım. Geçen yıllarda biri bana “allah taşıyabilene sorun verir” demişti. Bunu da yazmıştım size. Bu açıklama birkaç yıl idare etti beni ta ki bu filme kadar.
Şimdi anladım.
Ben istedim güçlü olmayı. Ben istedim kendimi savunabilmeyi, ayaklarımın üzerinde dimdik durabilmeyi. Cesur olmayı da ben istedim. Olay aynen bu açıklama gibi. Ben istediğim için yaşadıklarımı fırsat verdi allah bana.
Tabii yoruldum. Hissediyorum bazen bunu yoğun şekilde. Ailem ve işim dışımdaki ne bir insan ne artık tanımadığım insanların dengesizliği ne de sorunları ile uğraşmak istiyorum artık.
“Vazgeçtim Tanrım ya… Cidden. Bugün itibarı ile artık cesur olmak istemiyorum. Artık güçlü de olmak istemiyorum. Tek istediğim huzur olduğundan artık bana bunu yaşamam için verdiğin fırsatları değerlendirmek üzere ele alıyorum. Gerisini lütfen artık, güçlü olmak, cesur olmak ve dimdik durmak için dua eden kullarına yolla…”
__________________________http://www.anneyiz.biz/yazarlar/yazidtl.php?yzid=7856568
Sizlerden Gelen Yorumlar…