Arşiv

Archive for Eylül 2008

BİLİM ve DİN… (Kavganın Temelleri)…

Bilim ve din toplum yaşamının iki önemli olgusudur. Din, insanlığın düşünce tarihinin bilinen geçmişi boyunca insan yaşamını önemli şekilde etkilemiş ve şekillendirmiştir. Bilim ise Antik Yunan’da başlamıştır. Bilim tarihçilerince ilk bilim adamı olarak Archiemedes (M.Ö. 287-212) kabul edilir.

Din üç büyük eski uygarlık dilinden Yunancadaki anlamı korku ile karışık saygıdır. Latince “religio” kelimesi, Tanrı’ya karşı saygıyla karışık bir bağlılık duygusu ifade eder. Arapçada din kelimesinin üç anlamı vardır. Arabi ve İbrani dillerinden alınanı “hüküm” demektir. Arapçada din kelimesi “gelenek ve âdet” anlamında kullanılırdı. (Adıvar, s.30).

Fransız düşünürü Ferdinand Buisson’a göre (1841 – 1932), “dinin bir cismi bir de manevi yanı vardır”. Dinin cismiyle manevi yönü arasındaki farkın daima gözetilmesini önerir. Dinin cismi; kurumları, aşamaları, dogmaları (boş inanç) ve din binasının toplumsal yapısı vardır. Devleti dinle yönetme yandaşları, dinin cismine ait kurumları daima dünya işlerini düzenleme ve halkı boyun eğmeye sevk için kullandıklarından, en büyük önemi bu kısma vermişlerdir. Buisson dinin en çok bu kısmından korkar. Dinin manevi yönü ise doğaüstü şeylerin, en yüksek değerlerin sezgi ile bilinmesinden ibarettir. Buisson dini üç öğeye ayırarak tanımlıyor: (Adıvar, s. 33).

1. Düşünsel bakımdan gerek tarihi ve gerek kuramsal birtakım iman ve akidelerden (inanç),

2. Duygusal bakımdan ibadet, esrime, delilsiz ve ispatsız inanma ve dua gibi heyecandan,

3. İşlevsel bakımdan da kişinin, ailenin, toplumun, maddi ve manevi yönetimine uygulanabilen birtakım kurallardan oluşmaktadır.

Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlem üzerine kurulmuş akıl yürütme ile önce dünya ile ilgili belirli olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir (tümevarım). Bilimin bu kuramsal görünümünün yanı sıra, rahatlık ve lüksü sağlayan bilimsel teknik de vardır. Bilimi toplum için önemli kılan bu bilimsel teknik yanıdır. (Russel, 1972, s. 6).

BİLİM-DİN ÇATIŞMALARI

Bilimle din arasında çatışmalar her zaman olmuştur. Bunlardan en sık yaşanmış olanı, kutsal kitaplardaki metinlerdeki doğa olgularına ait bulunan yargılara karşıdır. Bu gibi yargıların bilimsel gözlem sonucunda yanlışlıkları ortaya çıkınca, kutsal kitapların her sözcüğünün Tanrısal doğruluğuna inanan din adamları için büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bunun en bilinen örneği, Güneş’in değilde Dünya’nın döndüğünü kanıtlayan Galileo’nun başına gelendir.

Wilhelm Ostwald (1853-1932), Bilimler Felsefesi Üzerine Bir Çalışma adlı eserinde, bilimi şu şekilde tanımlamaktadır. “Tekrarlanmaya uygun olan gerçekliklerin bazı ayrıntıları bilinmekte olduğu için, gelecekteki gerçeklikleri de önceden bilmek ve görmek olanaklıdır. İşte bu önceden görüş ve bilişe, en genel anlamıyla bilim derler”.

Réne Descartes (1596-1650), Felsefenin İlkeleri adlı eserinin önsözünde, bilimi ulu bir ağaca benzeterek, kökünün metafiziği, gövdesinin fiziği ve dallarının da öteki bilimleri temsil ettiğini yazmıştır. Bilimde her buluş yeni bir halka olup doğayı tanımadaki zincirin bir boşluğunu doldurmaktadır.

Çeşitli düşünürler tarafından bilimin amacı şu şekilde verilmiştir. Francis Bacon, “Bilimin asıl amacı insan yaşamına yeni türetmeler ve zenginlikler vermekten ibarettir”. İngiliz filozofu Hobbes, “Bilginin amacı güçtür”. Auguste Comte, “Bilimin bütün amacı önceden görmektir; bilimden, önceden görmek gücü çıkar, bu güçten çalışma doğar”. (Adıvar, 1969).

Ortaçağ düşüncesi ile çağdaş bilim düşüncesi arasındaki önemli fark otorite (yetke) sorunudur. Skolâstik düşüncenin savunucularına göre İncil, Katolik inancının dogmaları ve Aristoteles’in öğretileri her türlü kuşkunun üstündeydi. Özgün düşünce, olguların düşüncesi bile kurgusal düşüncenin değişmez sınırlarını aşmamalıydı. Her türlü doğa ile ilgili sorular, gözlemle değil, ama Aristoteles’in ya da Kutsal Kitabın söylediklerinden tümdengelim yoluyla çıkarılmalıydılar. (Russel, 1972).

İslamda bilim ve felsefe, antik Yunan eserlerinin Arapçaya çevrilmesi ve eleştirilmesiyle başlamış ve hiç bir zaman kendisine özgü bir kişiliğe ulaşamadan uzlaştırıcılık ve eklemecilikle yetinmiştir. Tıp ve simyacılıkta bireysel çalışmalar olmuşsa da bir genellemeye ve yasalara (tümevarım) gidememiştir.

Özetle, din ile bilim arasındaki çatışma, tümdengelimle tümevarım arasındaki çatışmadır. Bu çatışmadan Russel’ın yazdığı gibi “bilim her zaman yengiyle çıkmıştır”.

GÖKLERDEKİ EGEMENLİK SAVAŞI

Din ile bilim arasındaki ilk meydan savaşı, Güneş sisteminde Güneş’in mi yoksa Dünya’nın mı merkez olduğu konusundaki uzlaşmazlıktan çıkmıştır. Dünya’nın döndüğünü savunan ilk astronomi bilgini M.Ö. III. yüzyılda yaşayan Samos’lu Aristharkos’tur. Galileo gibi o da dine karşı saygısızlıkla suçlanmıştır.

Copernicus (1473 – 1543), Göksel Cisimlerin Dönüşleri Üstüne adlı eserinde Güneş merkezli sistemi kanıtlamadan ileri sürmüştür. Astronomi biliminde ikinci büyük adımı atan Kepler (1571 – 1630) oldu. Kepler hiçbir zaman kiliseyle çatışmaya girmemiştir. Danimarka’lı Tycho Brahe’nin yıllar süren gözlem ve belgelerinden yararlanma olanağını bulmuştur. Gezegenlerin Güneş çevresinde bir elips çizerek döndüklerini ve Güneş’in odaklardan birinde bulunduğunu öne süren birinci yasası ile bir gezegeni Güneş’e birleştiren doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarar diyen ikinci yasasını Kepler 1609 yılında yayınlamıştır. Kepler üçüncü yasasını 1618’de yayınlar. Kepler’in üç yasasının bilim tarihinde başka ve daha büyük bir yeri vardır. Kepler’in yasaları Newton’un yerçekimi yasasının kanıtlanmasına olanak hazırlamışlardır.

Galileo Galilei (1564 – 1642), gerek bulguları ile gerekse Engizisyonla çatışmayı göze almasıyla çağının en dikkate değer bilim adamıdır. Cisimlerin hareketlerini yöneten yasaların (dinamiğin) incelenmesi onunla başlamıştır. Pisa’daki eğri kulede yaptığı deneyle cisimlerin serbest düşme yasasını bulmuştur.

Galileo Copernicus’un Güneş merkezli teorisini benimser ve teoriyi kanıtlamak için ilk kez teleskopu yapar. Ay’ın yüzeyinin kusursuz ve pürüzsüz değil, kayalıklı dağ ve vadilerle kaplı olduğu görülür. Geleneksel öğretinin gök cisimlerinin yediden fazla (Güneş, Ay ve beş gezegen) olamayacağı savı, Jüpiter gezegeninin çevresinde Kepler yasalarına göre dönen dört uydusunun saptanması ile bir anda geçerliliğini yitirir.

Kilise adamları Galileo’nun Dünya’nın güneş çevresinde döndüğü iddiasının, kutsal kitabda yer alan Yeşu’nun Güneş’e hareketsiz durma emri yolundaki beyanlara ters düştüğüne dikkat çektiler. Engizisyon toplandı ve aldığı karar bilim tarihinde çok önemli bir belgedir.

1. Güneş’in evrenin merkezi olduğu ve yerinden hareket edemeyeceği düşüncesi saçmadır, felsefe bakımından asılsız, dine açıkça aykırı, kutsal Kitabada açıkça aykırıdır.

2. Dünya’nın evrenin merkezi olmadığı, günlük hareketle döndüğü saçmadır, felsefe bakımından asılsızdır, teoloji bakımından da imanda yanlış ve temelsizdir.

Galileo 26 Şubat 1616 günü yargıçların buyruğunu yerine getirdi. Copernicus’un görüşlerini benimsemeyeceği, sözle ya da yazıyla öğretmeye kalkışmayacağı konusunda ant içerek söz verdi. Giardino Bruno’nun diri diri yakılmasının üzerinden 16 yıl geçmişti. 1632 yılında yayınladığı İki Büyük Yer Sistemi, Ptelomais ve Copernicus Sistemleri Üzerine Konuşmalar adlı eseri, bütünüyle Copernicus’a hak veren düşüncelerle kaplıydı. Bu sefer Engizisyon tarafından cezalandırıldı. 1637 yılında kör oldu. 1642’de (Newton’un doğduğu yıl) öldü.

Galileo hem Aristoteles’i hem de kutsal kitabı şüphe ile karşılamış, bu yolla ortaçağ bilgi kalesini yıkmıştır. (Russel; 1962, 1972).

EVRİM KURAMI

Evrim öğretisi, jeoloji ve biyoloji alanlarında Copernicus yengisinden sonra astronominin karşılaştığı dinsel bağnazlıktan çok daha ağır ve inatçı bir bağnazlıkla savaşmak zorunda kalmıştır.

Kutsal Kitaplara göre Dünya altı günde yaratılmıştı. Göksel cisimlerle, bütün hayvanları ve bitkileri de bugün gördüğümüz şekliyle yaratmıştı. Tanrı Âdem’le Havva’ya belirli bir ağacın meyvesini yememelerini buyurmuş, ama onlar bu buyruğa uymamışlardı. Âdem’in işlediği günahla beraber insanlar çok kötüleşmişti. Tanrı, Nuh ile üç oğlu ve onların eşleri dışında hepsini Tufan’da boğmuştu. Gemisine bugün iki milyondan fazla türün var olduğunu bildiğimiz hayvan ve bitkilerden almıştı.

Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni Üzerine adlı eserinde bütün hayvan çeşitlerinin değişimle ortak bir atadan gelmiş oldukları görüşünü ileri sürmüştür. Bu teoloji için büyük bir darbe oldu. Kutsal kitaplarda yer alan türlerin değişmezliklerinin geçersizliğini ortaya koymaktaydı. Aynı zamanda insanın hayvanlardan türediğini söylemek cesaretini göstermişti.

TIP BİLİMİNİN VERDİĞİ  SAVAŞ

Eski zamanlarda hastalıklar işlenen bir günahın Tanrı tarafından cezalandırılması veya cinlerin işi sayılıyordu. Hasta ancak din adamlarının aracılığı, dualar, kutsal yerleri ziyaret veya cinleri kovmakla iyileşebilirdi. Kutsal emanetlerin hastalığın iyileştirilmesinde oldukça etkiliydi. Örneğin, Azize Rosalio’nın Palermo’da yüzyıllardır iyileştirmede etkili olan kemiklerinin keçi kemikleri oldukları anlaşılmıştı. İngiltere’de “the King’s evil” adı verilen bir hastalığın kralın dokunmasıyla iyileşeceğine inanılmaktaydı. Akıl hastalıklarının insanın içine şeytanın girmesi olarak kabul ediliyordu.

Anatomiyi ilk kez bilimsel temellerine oturtan Andreas Vesalius’dur. (1514 – 1564) Havva’nın Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılması nedeniyle erkeklerin bir kaburga kemiğinin eksik olduğunun doğru olmadığını gösterince kilise ayaklandı. Engizisyon tarafından verilen ceza nedeniyle kutsal topraklara bir hac gezisi yapmak için bindiği geminin batmasıyla ölmüştür.

Çiçek hastalığına karşı bağışıklık sağlayan aşı, kilise adamlarının büyük direnişiyle karşılaştı. Montreal’de büyük bir çiçek salgınının baş gösterdiği 1885 yılında kentin Katolik halkı kilisenin desteği ile aşı olmamakta direndi. 1847 yılında Simpson, çocuk doğumunda uyuşturucunun kullanılmasını önerince kilise adamları ona Tanrı’nın Havva’ya söylediği şu sözü hatırlattılar: “Çocuklarını ağrı çekerek doğuracaksın”.

Tıp bilimi de bu savaştan yengiyle çıkmıştır. Birçok hastalıkların tedavisi ve insan ömrünün uzaması bunun en önemli kanıtıdır.

SONUÇ

Bu yazıda son 450 yılda bilim adamlarıyla din adamları arasındaki çatışma kısaca anlatılmaya çalışılmıştır.

1 Copernicus’un Güneş merkezli sisteminin açıklanması ile bilim adamları ile otoritelerinin kaybolacağı telaşına kapılan din adamları çatışmaya başlamıştır. Ellerindeki gücü Engizisyon eliyle kullanarak 1616 yılında Bruno’yu diri yakmışlar, Galileo’yu zindana ve ev hapsine mahkûm etmişlerdir. Jean Jacques Rouseau yazdığı Emile adlı pedagoji kitabında çocuklara din eğitiminin 18 yaşından sonra verilmesi gerektiğini söyleyince Fransa’dan kaçarak İsviçre’de yaşamak zorunda kalmıştır. Hallac-ı Mansur’unda din bağnazlarınca öldürüldüğünü unutmayalım.

2. Bilim, gözlem yoluyla ve bu gözlemler üzerine kurulmuş akıl yürütmeyle önce Dünya ile ilgili belirli olguları, sonrada bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulgulama ve geleceğin önceden kestirilmesini olanaklı kılma girişimidir. Mantıkta buna tümevarım denilir. Bilim durağan değildir, her öğretinin yeni bilimsel çalışmalarla değişikliğe uğrayacağını bilir ve bekler. Her buluş doğayı anlamada zincirin bir halkasını oluşturur. Saltık gerçekler bilimde yoktur.

3. Din ise kutsal kitapların yazdıklarını saltık gerçek kabul eden dogmatik yapıdadır. Buna mantıkta tümdengelim denilir.

4. Din ile bilimin kavgası tümdengelimle tümevarımın kavgasıdır. Bunun en basit örneği; bütün canlıların ve evrenin bugün olduğu şekliyle 6 günde yaratıldığı dogmasıyla, uzun bir evrim sonucunda bugün yaşadığımız ve gördüğümüz şekillere ulaştığı kavgasıdır.

5. Russel’ın yazdığı gibi; “Bilim adamlarının ve bilimsel bilgiye değer veren herkesin açıkça üstüne düşen görev, eski biçim zorbalıkların yok olup gittiğine bakarak, birbirlerini kutlamak değil, ama zorbalığın yeni biçimlerine yiğitçe başkaldırmaktır. Dogmalarının eleştirilmesine katlanamayan bir rejimin yeni bilgilerin bulgulanmasına engel olacağı gözden uzak tutulmamalıdır. Aydınca düşünme özgürlüğüne kişisel açıdan önem verenler, bir toplulukta azınlıkta olabilirler. Ama geleceğin en önemli kişilerinin bu azınlığın içinde olduklarını unutmamak gerekir.” (Russel, 1972, s. 231).

6. Bugünlerde yaşadıklarımızı çok önceden gören Büyük Atatürk, Tevfik Fikret’ten aldığı şu sözlerle “Aklı hür, vicdanı hür” bir gençlik yetiştirilmesini biz eğitimcilere bir görev olarak vermiştir. Bu görevde ne kadar başarısız olduğumuzu görmek çok üzüntü verici!

Kaynaklar 
Adıvar, A. A.; Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 1969. 
Hançerlioğlu, O.; Düşünce Tarihi, Remzi Kitapevi. 
Bixby, W.; Galileo ve Newton'un Evreni, TÜBİTAK, 1997. 
Russel, B.; Bilimden Beklediğimiz, Varlık Yayınları, 1962. 
Russel, B.; Bilim ve Din, Yüzyıllardır Süren Savaş, Varlık Yayınevi, 1972. 
Yıldırım, C.; 100 Soruda Bilim Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1974. 
http://garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi?w+30+/cubilim/cubilim2008/0803/07/t/b2106.html+din

EN APTAL KUŞAK…

Bizleri yavaş yavaş öldüren “kronik dikkat dağınıklığı”. Bunun sorumlusu ise internet, cep telefonları ve diğerleri… Bu aletler yüzünden kimse uzun başlıkları bile okumuyor, okuyamıyor. Kimilerine göre bu “En aptal kuşak”, 21. yüzyıl ise “Yeni kara çağ”. Bu demokrasiyi de risk altına sokuyor, çünkü yeni kuşak dünyanın sorumluluğunu almıyor…
Bence insanoğlu, teknoloji ile kendi kendini taciz ediyor. Bu yüzden hepimizin dikkati dağılıyor, hepimiz engelleniyoruz. Ne kadar da budalayız! Dikkat, insan bilincinin gizeminde altın bir anahtardır; o bir gün bize, kafamızda dünyayı nasıl yarattığımızı söyleyebilir. Sorun ne olursa olsun ona dikkatli bir şekilde yaklaşmamız, bizim nasıl yaşadığımızın ve kendimizi nasıl tanımladığımızın bir göstergesidir. Dikkatin tam tersi dalgınlıktır, bu doğal olmayan bir durumdur ve öldürebilir. Aslında aynı anda birden çok iş yapmaya çalışmakla ilgili büyük bir efsane var. Oysa birden fazla aktiviteyi aynı anda yapan insanlar, dikkatlerini hızlı bir şekilde bir yerden başka bir yere çekerek kendilerini kandırıyorlar. Sonuçta ürettikleri şeyler kaliteli olmuyor...
Hepimizin şu anda ciddi sıkıntı çektiği “kronik dikkat dağınıklığı” bizleri daha yavaş öldürüyor. Bu konuyla ilgili olarak özellikle Amerika’dan sesler yükseliyor. Bir yazar kitabında 21. yüzyılı “Yeni kara çağ” olarak görüyor ve insanla makinenin güvensiz birleşmesini anlatıyor. Emor Üniversitesinden profesör Mark Bauerlein “En aptal kuşak” adlı kitabında, bir kitabı okumak için bile konsantrasyon kabiliyetine sahip olmayan Amerikalı gençleri betimliyor. Nicholas Carr “Google bizi aptallaştırıyor mu?” diye sorduğu bir makalesinde günümüzde bir başlık okumanın bile ciddi uğraş gerektirdiğini söylüyor. Ayrıca gelecek jenerasyonun büyük bir üzüntü içinde olmayacağını çünkü ne kaybettiğini bilmeyeceğini belirtiyor.
İronik bir şekilde, Microsoft, Google, IBM, Intel gibi büyük dikkat dağıtıcı şirketler de bu konuyla ilgili önlemler almaya çalışıyorlar. İnsanlar bizim dikkatimizi dağıtan şeylerden büyük paralar kazanırken bu önlemler hiçbir işe yaramayacak. Peki ne yapabiliriz? Dikkat dağıtıcıların gençleri daha fazla olumsuz yönde etkilemesi engellenebilir. Bu konuda televizyon ilk suçludur. Testler açıkça gösteriyor ki: televizyon çocuklar ve aileleri arasındaki iletişimin kopmasına neden oluyor. İnternet ise bu etkiyi bin katına çıkarıyor. Bir dönemin çocukları Vietnam Savaşı’nı televizyondan, o dönemin en önemli haber kanalından öğrenirken şu anda, çocuklar okuldan eve geldiklerinde, bilgisayarlarını açarak kendi kozalarına çekiliyorlar. Onlar internet ile bilginin içine değil, dedikodu ve sosyal arkadaşlık sitelerinin içine dalıyorlar, yüzde 90’ı interneti sadece arkadaşlık sitelerinde “takılmak” için kullanıyor. Aslında onlar büyümüyor, bizi biz yapan kültürel ve toplumsal miraslarımızı öğrenmeyi reddediyorlar.
Facebook ya da My Space’e katılarak birdenbire onlarca “arkadaşınız“oluyor. Gerçekte ise bu şekilde yetişen çocuklar gerçek hayattaki aşk, sevgi, arkadaşlık gibi kavramları gereksiz, anlamsız ve saçma buluyorlar. Bilgisayar bizleri eğitmek için değil, bilgi denizinde yüzmek yerine boğulmamızı sağlamak için hizmet veriyor. Gençlerin bu durumu demokrasiyi risk altına sokuyor. Demokrasi öyle bir yönetim şeklidir ki yurttaşlarına ağır bir sorumluluk yükler. Fakat eğer bu yurttaşlar Paris’in İngiltere’de olduğunu düşünüyor ya da haritada Irak’ın yerini bulamıyorlarsa onlardan bu ağır yükü omuzlarında taşımaları nasıl beklenebilir. Sorunun sebebi, bu insanların dünyasının, sadece internetteki arkadaşlık sitelerinden oluşmasıdır. Bütün bunlar ahlaki açıdan bir panik ortamı yaratıyor olabilir. Fakat insanların çok dikkatli olmaları gerekiyor.. Her gün şirketler, enstitüler ya da marketler bizlere dikkat ve konsantrasyon dağıtıcı, anlamdan yoksun olan aletler satıyorlar. Ve satmaya devam edecekler.
Trende, yolculuğumun sonuna yaklaşırken dikkat dağıtıcı, yeni 3G iPhone telefonum ile kendimi tam olarak TS Eliot’ın modern çağımızla ilgili yazdığı denemesinin içinde buldum, “Dikkat dağıtıcı şeyler yüzünden, dikkati dağıtılarak, dikkati dağılmış bir şekilde”… Sadece geleceğe dair korkumu gördüm…
-The Sunday Times Culture International’da yayımlanan bir yazı... 

YANILTICI (Dezenformasyon) BİLGİLENDİRME…

Toplumda yaşanan yolsuzluklar, pek azı su yüzüne çıkmış dolandırıcılık olayları, Ülkenin tepesindekiler le bir medya grubu arasındaki seviyeli diyalog(!), yanıltıcı (dezenformasyon) bilgilendirme kanallarında sergilenen karakter, kişilik zaafları, din istismarı, bürokrasinin tutumu, tüm bu ve benzeri olaylar, insanda geleceğe ilişkin umutları karartıyor.
Kalıcı çözüm, eski kin ve husumetleri unutalım, iyi dostluk, komşuluk ilişkileri.. bu tür laflar, hele hele takıyye uzmanları tarafından sık kullanıldığında içime bir şek, şüphe, kurt düşer. Algılama yeteneğim sınırlı olduğundan, bazı ibareleri, sözcükleri farklı biçimde anlıyor, yorumluyorum. Bazı sözcüklerin anlamı, benim algıladığım şekilleriyle şöyle:
Herkesi kucaklamak: Kadrolaşmaya, partizanlığa, tarikata yakın kişileri önemli kamu kurumlarına atamaya, onamaya ve ayrımcılığa hızla devam.
Diyalog: Siz de görüş ve düşüncelerinizi söyleyebilirsiniz; ancak son sözü ben söyler ve uygularım.
Reformları sürdürmek: AB’nin IMF’nin dayatmalarını yerine getirmek, bunun gereği ortamı yaratmak ve yasal düzenlemeleri yapmak.
Günümüzde üst düzey bürokrat: Kamu hizmetlisi olarak hareket etmeyip, devletten maaş aldığı halde, belli kişi, parti, tarikatlara hizmet eden, liyakatsiz, yeteneksiz kişi.
Birlik, beraberlik içinde olmak: Eleştirilere son vererek benim isteklerim doğrultusunda hareket edip, buyruklarıma uyum gösterilsin.
Kıbrıs’ta kalıcı ve adil çözüm: Emperyal güçlerin istek ve çıkarları doğrultusunda Kıbrıs’a siyasal şekil vermek, KKTC’yi silmek, Kıbrıs’ta TSK’yi etkisiz hale getirmek, Türkiye’nin garantörlüğünü kâğıt üstünde bırakmak.
Tarikat, cemaat: Çıkar amaçlı örgüt oluşturma.
Dini ve insani amaçlı vakıf kurmak: Zimmet, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanmak gibi suçlara kılıf, örtü hazırlamak.
Özgür basın: Patronu besleyen övme, yalakalık yapma; karşı olanları ise sövme özgürlüğü, serbestisi.
Bir adım ileride olma: Emperyal güçlerin istekleri, önerileri doğrultusunda hareket etme.
Kazan kazandır: Ödün ver, gerçekte kaybın olsun, kâğıt üstünde, sözde kazançlı gözük.
Ülkenin yüksek çıkarı: Kişisel çıkarını ve/veya işbirliği yaptığın, sesyayarı olarak hareket ettiğin gücün çıkarını kollama.
Vicdanın sesini dinleme: Patronun, parti liderinin, seni destekleyen dış gücün isteklerini yerine getirme.
Bir ülkede sıkıntılar çekilerek ekonomik durum düzeltilebilir, liyakatsiz, partizan kadrolar kısa sürede temizlenebilir; ancak kişilerin ar damarı çatlamışsa bunu gidermek gerçekten çok zor.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz;Asıl tehlike toplumun önemli bir bölümünün onurunu, özsaygısını yitirmesi ve ar damarının çatlamasıdır. Özsaygısını yitirmiş bir toplum, kimliğini, kişiliğini, sonunda da bağımsızlığını yitirir.Atatürk bu gerçeği görmüş ve veciz şekilde de ifade etmiştir. Ama maalesef bugün böyle bir ileri görüşlülüğe sahip insan sayısı geri görüşlülüğün çok ama çok altındadır..

Memleket ahvali…

Eskiden ulusal maçlar, olimpiyatlar, dünya şampiyonası gibi olayları nefesimizi kesip izlerdik, bugün yolsuzluk tartışmalarını bütün millet nefesini kesmiş ekranlardan izliyor,var sen hesap et, memleketin ahvalini!

Kemal Kılıçdaroğlu ile Dengir Mir Mehmet Fıratın TV'de
açıkoturum yolsuzluk cevap yanıtlarına atfen...
Kategoriler:Güncel Türkiye...

EKONOMİK KRİZ/KRİZLERİN NEDENLERİ…

26/09/2008 5 yorum

Ekonomik krizlerin bir gerçek nedeni bir de tetikleyicisi ya da tetikleyicileri vardır. Ekonomik krizin gerçek nedeni kapitalist düzendir. Kapitalist düzende beklentiler, özellikle büyük sermayenin beklentileri, tüketim özellikle yatırım harcamaları üzerinde etkili olduğundan, harcamalarda dalgalanma, ekonomide genişleme, daralma evrelerine yol açmaktadır. Kapitalist düzende genişleme ve daralma dönemlerinin birbirini izlemesi doğaldır.

Dünya ekonomisi, 2000’li yılların başlarında özellikle 2002 yılından sonra hızla büyüme sürecine girmiş, dış ticaret hacmi genişlemiş, fiyat artışları sınırlı düzeyde kalmış, işsizlik oranları düşmüştür. Kapitalist düzende hızlı büyüme sürekli olamayacağından, yavaşlamanın, krizin belirtleri, işaretleri görülmüştür. Finansal pazarlarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatlar balon yapmıştır. Borsalarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatların balon yapması, ekonomik başarının göstergesi olarak kamuoyuna sunulmuş, övünme konusu yapılmıştır. Gerçekte, fiyatların balon yapması, öncü bir kriz göstergesidir. Balonun sönmesi, hava yitirmesi söz konusudur. Nitekim tüm menkul kıymet borsaları, özellikle hisse senetleri, önemli boyutta değer yitirmiş, özellikle ABD’de taşınmaz mal piyasasında durgunluk fiyatlarda gerilemeye yol açmış, ipotekli taşınmaz mal kredilerinin geri ödenmesini zorlaştırmış; donuk ve batık kredileri kabartmış, yasal takiplerin, icra yolu ile satışların artması, piyasalardaki durgunluğu yaygınlaştırmıştır. İpotekli taşınmaz kredisi veren finans kurumlarının ödeme güçlüğü içine düşmeleri, ipotekli krediler teminat gösterilerek çıkarılmış varlığa dayalı menkul kıymetlerin geri ödenememesi, krizin nedeni gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Bu olgu, krizin ana nedeni değil tetikleyicisidir.

Sorun, krizden çıkış sürecini kısaltmıştır. ABD’nin kapsamlı bir kurtarma programı hazırlamakta oluşu, piyasalarda olumlu bir hava yaratmıştır. Ancak reel bir düzelme olmadan, yalnız finansal önlemlerle durumu kurtarmak olanaklı değildir. Finansal önlemler zaman kazandırır, olumlu bir hava yaratır, ancak sorunu çözmez.

Kaldı ki bu krizin mali portresi, yükü bilinmemektedir. 700 milyar USD ile finansal pazarlarda ödeme güçlüğünün ortadan kaldırılması da olanaklı görülmemektedir. Büyük boyutlu bir programı da ABD ekonomisinin taşıma gücü yoktur. ABD, cari işlemler ve bütçe açığı veren bir ülkedir. Dış borcu yüksektir. ABD sınırları dışında dolaşan her USD, ABD’nin borcudur. Bunalımdan çıkış programının, banka, finansman kurumu, şirket kurma girişiminin kaynağı nerden gelecektir? ABD’nin bütçe fazlası yoktur ki, bütçe fazlası ile programı fonlasın. O halde kaynak ya vergi artışı ile ya kamu hizmetlerine ayrılan kaynakların azaltılmasıyla, ya borçlanma ile ya da yükün diğer ülkelere kaydırılması veya bunların bir bileşimi ile karşılanacaktır. ABD’de vergi mükellefleri, kurtarma operasyonu için vergi yükünün arttırılmasını kabul etmezler; bu tutumu ahlaki değerlere aykırı bulurlar, kaldı ki başkanlık seçimi öncesinde buna olanak da yoktur. ABD’de gösterişe, reklama karşın, kamu hizmetlerinin kalitesinde sorun vardır.

Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerine ayrılan kaynaklar yetersizdir, yakınma konusudur. Kamu hizmetlerinden tasarruf yapılması olanağı da yok gibidir. ABD’nin bu faiz oranları ile bu kriz ortamında büyük boyutlu borçlanma olanağı da yoktur. ABD, krizin yükünü dünyaya, diğer ülkelere yaymaya çalışacaktır. Oluşturulacak kurtarma fonlarına, gelişmiş ülkelerin katkısı aranacaktır. Ayrıca dolar basarak, doların değerini göreceli olarak daha düşürecek, birikimlerini USD’de ya da USD üzerinden çıkarılmış menkul değere yatırmış olanlara dolaylı biçimde yaymaya çalışacaktır.

Yükü yayma ABD ekonomisini krizden, durgunluktan ya da stagflasyondan, durgunluk içinde enflasyondan kurtaramazsa ABD Ortadoğu’da, Afganistan’da savaşı yayar mı? Sorun ve kaygı buradadır. Türkiye, krizden çıkış için ekonomik, politik, finansal çözüm yolları aramasından etkilenecektir. Etkilerin neler olabileceğini, izleyen bir yazıda irdelemeye çalışacağım.

KAYNAK: ÖZTİN AKGÜÇ / http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1209.html

DEVLET NE İŞE YARAR?…

Amerikan devleti bir kere daha tüm dünyaya, küreye devletin ne işe yarayacağını gösterdi.
Devlet kurtarır.
Neyi kurtarır? Ekonomiyi diyorlar. Doğru, ama tam değil, devlet zora düşmüş şirketleri, bu şirketlerin belirlediği ekonomiyi kurtarır.
Devlet düzeni kurtarır. “Statüko”yu değiştirebilir ama düzeni kurtarır.
Her zaman kurtarabilir mi?
Hiç kuşkunuz olmasın; devlet her zaman kurtarır. İşi budur. Bunun için vardır. Kimileri “devletin halk için var olduğunu”, “sosyal”, “demokrat” hatta “laik” olduğunu söylese de, işin gerçeği öyle değildir. Saydığımız bu sıfatlar, asıl görevin arkasından gelirler, zaman zaman ortaya çıkacak fırsatlara; işin oportunitesine, icabına; pragmasına göre şekil, biçim, yöntem değiştirirler.
Böyle bir şeydir devlet.
Kriz daha işin başında, özünde gizli, gizil; potansiyel olarak var olduğu için, düzenin televolecileri pek telaşlanmadılar. Şimdi de en kendinden emin tahlilleri onların yapıyor olmalarında şaşılacak bir şey yoktur.
Finans dünyasının egemenliği 70’li yıllarda ilan edilirken, parasal, moneter, Friedmancı teoriler havada uçuşur, Türkiye darbesiyle birlikte 24 ocağını kurarken biliyorlardı bugünleri.
Şimdi rahattırlar. Devlet kurtarır. İşi budur devletin.
Kimileri “vay sosyalizm geri mi geliyor, hani liberal, neoliberal ekonomi vardı, gene mi devletçilik” sayıklamalarına, korkutmalarına bakmayın, devlet o eski, kadim, düzen devletidir.
Şirketler zora düştüğünde, sıkıntı çektiğinde, kâr edemez olduğunda, borçlar bini aştığında gelir görevini yerine getirir. Hiç kuşku yok, devlettir, kızar, cezalandırır, ondan alıp buna verir, el koyar, açar, kapatır.
Ya mülkiyetin, paranın, üretimin üretmeden kazanmanın sahibini beğenmemiştir ya da durum, icap, pragma, sıkıntı öyle gerektirmektedir.
Şimdi olan da budur.
Bazı arkadaşlar, Bu durumun keyfini çıkarıyor gibiler. “Alın işte çöktü sizin liberal, neoliberal ekonominiz, İdeolojiyi ne çabuk unutuverdiniz, bakın gene devlete, ‘devletçiliğe’ döndünüz” diyorlar. Ama yanılıyorlar. Devlete dönmek diye bir şey yoktur. Devlet her daim orada ve onlarla birliktedir. Bilmemiz, bilinmesi gereken, krizden halkın yararına bir sonuç çıkmayacağıdır. Her defasında krizlerin yükünü halka ödetmeyi, bu mekanizmayı ustaca çalıştırmayı bilmenin adıdır devlet.
Şimdi Amerikan devleti ne yapıyor? Batmış şirketleri, ekonomiyi kurtarıyor. Onlara el koyuyor, bundan sonra batacak, batma ihtimali olanlar için de büyük mü büyük bir fon kuruyor. Fonu neyle kuruyor? Amerikan halkının ödedikleriyle kuruyor. Bütçeden pay ayırıyor, vergilerden kesip fona aktarıyor.
Hep böyle olur.
Bizde de hep böyle olmuştur. Böyle olacaktır. Şimdilerde kurşuni bir renge bürünmüş ufuk tam karardığında, dış piyasaların durgunluğu ülkemize yansıdığında, sıcak para gelmez olduğunda, krediler kesildiğinde, şirketler, “aman, el aman!” dediğinde devletimiz elinden geleni yapacaktır.
Bizde fon kurmaya gerek yoktur. Fon her zaman vardır ve işlemektedir.
Bizdeki sıkıntı fonun sürekli yağmalanmasındadır.
Amerikan ve Avrupa kapitalizmleri, iki üç yüz yıllık deneyimleriyle çapaçul hırsızlığa yüz vermemeyi öğrenmiş, sistemin disiplinini iyi belirlemişlerdir. Her şey kuralına göre derler. Kural dışına çıkanı da sürgüne yollarlar. Başbakansa istifa eder, yolsuzluk yapmışsa hapse girer.
Bizim düzenin sıkıntısı bu icaplara, pragmalara alışmamış olmasıdır.
Alışacaktır.
Benim zoruma giden bu pek basit devlet bilgisinin unutulup, “serbest piyasanın artık serbest olmadığı, devletçi olduğu”nun söylenip durmasıdır.
Yapmayın arkadaşlar.
Zaten serbest değildi. Devletin gözetimi ve denetimi altındaydı.
Sorulması gereken soru bu değildir, devletin kimin gözetimi ve denetimi altında olduğudur.
Durumu anlamak için başka bir soruya gerek yoktur… 🙂
____________________________________________ Güray Öz/Cumhuriyet…

KİTAPLARDAN… Aforizmaller/Çıkarsamalar…

  • Aşırı-dinci gruplarda tanrı buyruğu gibi gösterilen buyurucu nitelikteki bu baskıların gerisinde en başta ekonomik ve siyasal çıkarlar, dolayısıyla egemenlik kurma, örneğin islam toplumlarında Şeriatçılık eğilimleri vardır. çünkü boyun-eğdiricilik ancak çevresinde böyle ekonomik ve siyasal bir teslimiyet (İslâm) ve kölelik yarattığı ölçüde rahat eder, amaçladığı mutlak egemenliğine kavuşur. [bak. O. Çalışlar, İslamda Kadın ve Cinsellik, Afa Yayınları, 1991].
  • 80 ‘den önceki yazarlar, şampanyayı içmek yerine onun kimyasal analizini yaparlardı. Zamane yazarları ise yalnızca içiyorlar. Oysa birincilerinin bunca tahlil çabalarının altında kendilerinin az sonra içecekleri şaraptan alacakları zevklerden daha fazla insanın nasıl zevk almasını sağlayacakları isteğiydi. Bu ise gerçekten ciddi bir iştir. Hem ahlaki hem politik bir iş. Terry Eagleton/Kuramdan Sonra

AKILLI BESLENMENİN MATEMATİĞİ…

24/09/2008 1 yorum
PROF. DR. KENAN DEMİRKOL, AKILLI BESLENMENİN MATEMATİĞİNİ ANLATTI
“Damar tıkayan kolesterol değil, şeker!”
Gazetelerden kesip buzdolabına astığınız bütün “kibrit kutusu kadar” reçetelerini çöpe atın! Prof.Dr. Kenan Demirkol, A’dan Z’ye akıllı beslenmenin matematiğini anlatıyor… Şeker, vücudumuzu, demir paslanır gibi paslandırıyor, eskitiyor; çocuklarımızın hücrelerini 12 yaşında yaşlandırıyor. Şekeri, gıda sanayiinden söküp atmak zor ama, işe evlerimizin kapısından başlayabiliriz!

Prof. Dr. Kenan Demirkol genel cerrah. Muayenehanesinin kapısında “prof.” yazmıyor. “Ben üniversitede hocayım, burada hekim” diyor. Söz bir ara “kronometreli doktorlara” geldiğinde, yani 15 dakika muayene süresini aşınca ikinci vizite ücretini alanlara çok şaşırdı. Çünkü kendisi saat takmıyor, “dalgınlıkla saatime bakar da hastayı tedirgin ederim” diye. Uzmanlık alanı, beslenmeyle yakından ilgili olan sindirim sistemi organları. Ancak Demirkol bir “akıllı beslenme” uzmanı. Bunu bir insanın tüm bedenine ilişkin olduğu kadar, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele alıyor. Peki beslenme nedir? İlk aklımıza gelen, şişmanlık-zayıflık. Özellikle kadınlarda modasına göre sıfır bedenle, 90-60-90 arasında değişen ölçülerde olmak ya da olmamak. Doğru mudur? “Kibrit kutusu kadar” reçetelerini bir yana bırakıp, Demirkol’a: “Neden düşmandır şu ünlü üç beyaz?” diye sorduk. O, şekerle başladı.

“ŞEKER TÜKETİMİYLE HASTALIK ARTIŞ EĞRİSİ PARALEL”

DEMİRKOL- Kısmen ya da tümüyle beslenme alışkanlıkları sonucu oluşan kronik, aslında önlenebilir hastalıklar, çok büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. ABD’de 20 yaş üstü erişkinlerin yüzde 65’i ya şişman ya daha da ileri aşamada. 64 milyon insanın koroner kalp hastalığı, 11 milyon insanın şeker hastalığı, 37 milyonun kolesterol yüksekliği vardır. Ülkemizde kalp hastalığı sıklığı bu boyuta henüz gelmemiş gözükse bile, şeker hastası sayısının dört milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, yakın zamanda vahim bir tablo ile karşı karşıya kalacağımız açıktır.
Ne zaman ki şeker pancarından şeker üretilmesi Avrupa’da ortaya çıktı, soğuk iklimlerde de şekere dönüşebilecek bir besin maddesi keşfedildi, toplumların şeker tüketimi arttı. Toplumların şeker tüketiminin artış eğrisiyle, hastalıkların artış eğrisi bire bir örtüşüyor. Çünkü; şeker sadece kalorisiyle, şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da çok tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış. İnsan vücudunun şeker almasına gereksinim yoktur.

“12 YAŞINDA YAŞLANDIRIYOR”

AYDINLIK- Çocukların enerjiye ihtiyacı var diye belli miktarlarda yemeleri doğru değil mi?
DEMİRKOL- Asla doğru değil.
AYDINLIK- Peki enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız?
DEMİRKOL- Taş devri döneminde insanlar hayvan avlar ve bitki toplar. Şeker sadece meyvede var. Meyve esas olarak bir kültür bitkisi. Doğal ortam sebze ağırlıklıdır. İnsan eli ne kadar fazla değmişse bir gıda maddesine, o oranda olumsuzlaşıyor. O dönemde, insanların kan şekeri 60 dolayındaymış. Bu devirlere geldikçe şekerle tanışıyor ve alışkanlıkları değişiyor. Dolayısıyla ortalama kan şekeri de değişiyor. Şimdi 100’lerdeyiz, 120’de şeker hastalığı. Biliyorsunuz şimdi şeker hastalığı iki türlü. Bir doğumsal genetik özelliklerle alakalı tip 1 diabet. Bir de edimsel tip 2 diabet. Pankreas organının artık yeterince insülin üretememesiyle ortaya çıkar. Yaşlanma süreci olarak kabul edilir. 60’lı yaşlarda görülmesi beklenir. Ama şu anda 12 yaşındaki çocuklarda tip 2 diabet var. Sağlıklı beslenmede şekerin hiç yeri yok. Tamamen bir damak alışkanlığıdır.

“KANSER HÜCRESİ DE ŞEKERLE BESLENİYOR”

AYDINLIK- Ama, beyin sadece glikozla beslenmiyor mu?
DEMİRKOL- Doğru. Ancak, bu glikozu her türlü karbonhidrat içeren bitkiden vücut elde ediyor. Kanser hücresi de şekerle besleniyor. Özellikle kemoterapi gören asla şeker yememeli.
Şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker ‘sakaroz’, iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar. Çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığı ile ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek ki, vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır. Orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü. İnsülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecek. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacak. İnsülin salgılandığı için bir de tokluk hormonu salgılanır. Hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş olur.
Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz; çok az oranda insülin salgılatır. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. Fruktoz günde 15 gram kadar vücudumuzda metabolize edilebiliyor. Değişik kimyasal süreçlerin içine katılabiliyor. Bu da 30 gram şekerdir. Günde bundan fazla yenirse karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Bu hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

“MEYVE YİYORSAN, ŞEKER YEME”

AYDINLIK- Yiyeceklere ve içeceklere bunu tercüme edersek.
DEMİRKOL- Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz bir takım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.
AYDINLIK- Meyvelerin şeker oranları farklı değil mi?
DEMİRKOL- İncir ve muz en çok şeker içerenler. Ama onun dışındaki meyveler aşağı yukarı aynı.
AYDINLIK- Okuyucularımız söyleşimizden sonra bir reçete çıkartabilirler mi? Bunu yemeyeceğim, şunu yemeliyim diyebilir mi? Bu sistemin içindeyken, nasıl başaracaklar bunu?

“HAYVANLARA YAPTIĞIMIZ…”

DEMİRKOL- Ben kendim yapmadığım şeyleri topluma anlatamam. Ben böyle ve de çok keyifli yaşıyorum. Sunulanlar içinde sağlıklı beslenmeyi bir şekilde yapmak mümkün.
AYDINLIK- Aslında hayvanlar yapabildiklerine göre.
DEMİRKOL- Hayvanlar yapamıyor bu işi, Çünkü; hayvanları biz besliyoruz. Tıkıyoruz ahırlara “şunu yiyeceksin” diye hayvanlara hayvanlık yapıyoruz.
AYDINLIK- Oysa tavuklar bütün gün eşelenir durur, ihtiyacı olanı seçer yerdi. Filler örneğin hastalandığı zaman belli ağacın yapraklarını gider yermiş ilaç niyetine.
DEMİRKOL- Evet bu tüm hayvan aleminde var. Kaliforniya Valisi bütün o rambo görüntüsüyle Amerika’da en aklı başında valilerden biri oldu. İki büyük atılımı oldu. Bir tanesi; okullarda meşrubat satışını yasakladı. İki; patates cipsinin üzerinde, “öldürücüdür” yazısı konuyor.

AMERİKA’NIN MISIRINI TÜKETECEĞİZ DİYE…

AYDINLIK- Cips deyince öteki düşmana mı geçiyoruz?
DEMİRKOL- Yok, bir konu daha var. Son yıllarda yeni akım mısırdan şeker elde etmek. 1920’li yıllarda Amerikan başkanı “benim köylüm mısırdan kalkınacak” fetvasında bulundu. Gerçekten de çok büyük teşvikler verildi. Göz alabildiğince mısır ekildi. Dünya mısır ekiminin yüzde 40’ı Amerika’dadır. Bunu sadece hayvan yemi yaparak ya da başka yollarda tüketemeyince değerlendirme yolları arandı. Japonlar mısırdan şeker elde etmeyi keşfetti. Amerika hemen balıklama atladı bu yöntemin üzerine. Artık şeker endüstriyel. Sıvı olduğu için paketlenip satılamaz. Ama her türlü dondurma, meşrubat, şerbette kullanılıyor. Bakıyorsunuz şimdi baklavacı artık şerbetini kendisi yapıp dökmüyor. Kartal’dan fabrikadan hazır fruktoz şerbeti geliyor.

KOLESTEROL DÜŞMANLIĞI…

AYDINLIK- Ama bunun daha sağlıklı olduğu yazılıp çiziliyor.
DEMİRKOL- Maalesef. Şimdi bilgi çağındayız ya! Bence bilgiye ulaşmanın en zor olduğu çağdayız. Çünkü, ekonomik kazanç kaygısı her türlü bilginin üzerine binmiş durumda. O kadar büyük bir rant var ki, gerçeğe ulaşmanın en zor olduğu dönemi yaşıyoruz.
Biraz önce dediğimiz gibi 15 gramdan fazla fruktoz yağa dönüşüyor ve bizi hasta ediyor. Nasıl demir paslanınca eskir, bu paslanmanın bilimsel adı oksitlenmedir. Vücudumuzdaki hücreler de oksitlenir ve yaşlanır. Birtakım gıdalarla oksitleyici, bir de bunu engelleyici maddeler alırız. Örneğin, üzüm çekirdeği. Gerçekten bu sistem bizim organizmamızın yaşlanmasını belirleyen, hastalanmasını, kanser gelişimini belirleyen ana faktör. Bakın bir kolesterol furyası aldı gidiyor. Kolesterol anne sütünde, yeni bir hayatın doğması için ana nesne olan yumurtada bolca var. Demek ki insan hayatının g
elişme döneminde inanılmaz gereksinim var. Bakıyorsunuz kolesterol düşmanlığı sarmış ortalığı.

“KOLESTEROL MASUM, BİZ SUÇLUYUZ”

AYDINLIK- Kolesterolün ölçüsü de zaman zaman değişiyor. Bunun modası olur mu?
DEMİRKOL- Bakıyorsunuz LDL 130’a kadar normalde. Üç sene sonra 100, şimdi de 60 olsun diyorlar. Yakında sıfıra indirecekler. Aslında, kolesterol masum. Bizler suçluyuz. Fruktozu yani tatlı şekeri yiyerek oluşturduğumuz trigliseritler, kolesterolün oksitlenmesine sebep oluyor. Yağsız kuzu şiş yediğinizi varsayalım, yanında da meyve suyu içiyorsunuz. Sadece kuzu şişi yeseniz bir zararı yok, ama kırmızı etten aldığınız kolesterolü, meşrubattan aldığınız şeker trigliserite dönerek oksitlediğiniz için damar sertliği oluşuyor. Biz insanlara “kardeşim kolesterol zararlı değil. Ama oksitlenmesine izin verme” diyeceğimize, ilaç firmaları kolesterolü düşürecek ilaç keşfediyor. Biz masum olanı indiriyoruz. Eğer oksitleyici maddeleri düşüremiyorsak, oksitlenen maddeleri azaltalım. Ama esas insan mantığı ne diyor? Oksitleyen maddeleri azalt.
Yine oksitleyici bir madde, damar sertliği yapan doymuş yağ asidi. Bu madde yapay beslenen hayvanların sütünde var, depo yağlarında var. Ama bizim ineğimiz merada otlasa, doğru beslense doymuş yağ asidi sütte ve hayvansal yağda sıfır olacak. Dolayısıyla kolesterol oksitlenmemiş olacak.

ANTEP YUVALAMASININ FAYDALARI…

AYDINLIK- Peki bu mümkün mü? Merada otlayan inek, otlayacak da, süt yapacak da kaç kişiyi besleyecek? Fiyatı yükseltmez mi tüm bunlar?
DEMİRKOL- Çok güzel bir noktaya değindiniz. Yıllardır hep böyle aldatılıyoruz. “Dünya nüfusu aç. Dünyayı besleyebilmemiz için yapay gübreye, yapay yeme ihtiyacımız var.” Hayvansal proteini, tek kaynak olarak görürseniz haklısınız. Ama insan ekmek yerken bile protein almış oluyor. Hububat, baklagillerde bile protein var. Şimdi doktorlar bunu okur okumaz itiraz ederler. Derler ki “Esansiyel amino asitler vardır”. Yani hayvansal gıdada var olan, vücudun üretemediği mutlaka dışardan alınması gereken bazı protein yapı taşları, amino asitler vardır. Örneğin; mercimekli bulgur pilavı yaptığınızda bulgurda eksik olanı mercimekten, mercimekte eksik olanı bulgurdan alıyorsunuz. Anakız diye bir yemek varmış, ben de yeni gördüm, bulgurdan yapılan küçük köftecikler nohutla birlikte pişiriliyor.
AYDINLIK- Antep yöresinin yuvalaması gibi..
DEMİRKOL- Bir baklagil ve bir hububat. Birbirinin eksiklerini tamamlıyorlar. Tam ete eşdeğer protein almış oluyorsunuz. Makro nutrientler yağ, protein ve karbonhidrattır. Mikro nutrientler ise vitaminler, mineraller, enzimlerdir. Bizim süte kalsiyum açısından ihtiyacımız var. Eğer merada otlayan bir hayvanın sütüyse içinde bulunan omega-3’e ihtiyacımız var. Türkiye’de biliyorsunuz gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten. Ama yapay yem üreticileri “biz dünyayı nasıl doyuracağız” yalanıyla kandırarak hayvancılığı katlettiler. Hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü neyle besleniyor, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor. Hızla kan şekerini yükselten, hayvanın yağlanmasına yol açan ve hayvanın şeker hastası olmasına yol açan bir beslenme şekli.

İNEK NE YEMELİ…

Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı doymuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün oksitlenmesine yol açar. Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur. Yine merada beslenen ineğin sütünde insüline benzer büyüme hormonu vardır. Bu gençlik aşısıdır, bütün hücrelerin kendisini yenilemesini sağlayan maddedir. Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama batıda ekolojik hayvancılığın sonucu elde edilen süt ile konvansiyonel üretilen sütün maliyeti arasındaki fark yüzde 10-15’i geçmiyor.
Ne Türkiye yasalarında ekolojik hayvancılıkla barışığım, ne de AB’dekiyle. Ekolojik hayvancılık denince akla “ekolojik tarım sonucu elde edilmiş ürünlerle hayvanın beslenmesi” geliyor. Affedersiniz ama 2000 yıl önce hayvan nerden patatesi buldu da yedi, ya da pancarı. İneğin normal beslenmesinde pancarın, mısırın ve patatesin yeri var mı? Yok.
AYDINLIK- Demek Amerika’dakilerin varmış.
DEMİRKOL- Orada da yok. İster ekolojik tarımla, ister normal tarımla elde edilmiş olsun hayvana pancar verilmesi yanlış. Zaten hayvanın sütünün kötü olmasının sebebi hayvanın, karbonhidratı zengin, onu yağlandıran tarzda, mısırla beslenmiş olması. O yüzden ekolojik hayvancılık dediğimizde yasalarımızın buna göre organize olması gerekiyor. Tanımlamamız gereken, türe özgü beslenme. Bir inek nasıl beslenir doğada? Öyle beslersek ineğin sağlıklı olmasını sağlarız. Dolayısıyla verdiği ürünün de insanlara sağlıklı olmasını sağlarız. Bütün doğada kendiliğinden yetişen yeşillikler omega-3 ağırlıklı yağ içerir. İnsanların eliyle ekilenler omega-6 içerir.

HAMSİYİ HANGİ YAĞDA KIZARTACAĞIZ…

AYDINLIK- Ne fark var arasında?
DEMİRKOL-. İnsan vücudunun her hücresinde hücre zarı vardır. Bu hücre zarı lipo protein katmanla sarılı. Yani bir yağ bir de protein. Bu hücre zarındaki yağ ana madde olarak omega-3’tür. Tek tük omega-6 da içerir. Biz yeşillikten uzaklaştıkça ve hayvanımızı da yeşillikten uzaklaştırdıkça elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insanın her gün 1 gram omega-3 alması gerekiyor. Omega-6 yağ asitleri ile omega-3 yağ asitleri vücudumuzda aynı enzimlerle metabolize edilir. Biz ayçiçeği yağı, soya yağı gibi yağlarla beslenip çok omega-6 aldığımız için artık omega-3’e enzim kalmıyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçeği yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.
Bütün yağlar, yağ asitlerinin karışımıdır. Onlar da 3’e ayrılır. Doymuş yağ asitleri, tekli doymamış yağ asitleri, çoklu doymamış yağ asitleri. Çoklu doymamış yağ asitleri ikiye bölünür, onlar da omega-3 ve omega-6’dır. Bundan 40-45 yıl öncesi omega-6 kolesterolü düşürüyor diye tüm topluma söyledik. Ayçiçeği ve mısırözü yağlarını tükettirdik. Fakat sonra anladık ki bu yağlar iyi kolesterolü de, kötü kolesterolü düşürdüğü oranda düşürüyor. Bizim kolesterol açısından sağlıklı olmamızdaki unsur iyi ve kötü arasındaki dengedir. İkisini birden düşürürse denge bozulmamış olduğundan herhangi bir iyilik elde etmiş olmuyoruz.

DEPRESYONUN ÇARESİ…

AYDINLIK- İkisi arasında denge mi, fark mı önemli?
DEMİRKOL- Oran önemli. Omega-6’yı o kadar fazla alıyoruz ki, almış olduğumuz azıcık omega-3’ü de değerlendirmeden vücuttan hemen atıyoruz. Omega-3 olmayınca hücre duvarına veremiyorsunuz. Hücre duvarı da omega-3’ten oluşuyor. Vücut da asıl malzemeyi bulamadığı zaman gecekondu yapar gibi ne bulursa onla hücreyi onarıyor. Omega-3 yerine, omega-6 yağ asidi olan araşidonik asidi kullanıyor. Ama bu asit bütün stres komalarının hammaddesi. Gecekondunuzu el bombasıyla örmüş oldunuz. Dışardan biri taş atsa havaya uçacak.
AYDINLIK- Ama o zaman da ben size stres ilaçları satacağım.
DEMİRKOL- Tabii. Omega-3’ten zengin beslenen toplumlarda depresyon çok az oranda görülüyor. Zihinsel performans artıyor. Beynimizdeki toplam yağ asidinin yarısı omega-3 olmak zorunda. Ama biz vücudumuza bunu sunamıyoruz.

ÇAY VE ZEKA…

AYDINLIK- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?
DEMİRKOL- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye’nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye’nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var. Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin haklıydı.
Türkiye’de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.
AYDINLIK- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?
DEMİRKOL- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.
AYDINLIK- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği söyleniyor.

“ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!”…

DEMİRKOL- Üç saat. Ben tekrar omega-3’e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3’ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp “inme” veya “enfarktüs” olmasına yol açıyor. Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı. Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6’yı çok tükettiğimiz için omega-3’ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.
AYDINLIK- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı?
DEMİRKOL- Kimyasal yapısından. Kültür bitkisidir. Omega-6 yağ asidi içerdiği için. Mesela zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor. Biz bunlara trans yağ asitleri diyoruz. Bu yağ asitleri de yine kolesterolu oksitleyerek damar sertliği yapıyor. Diğer taraftan trans yağ asidi beyindeki sinir kılıflarına girerek beyindeki iletiyi bozuyor ve parkinson, alzheimer gibi hastalıklara sebep oluyor.

“ANNEMİN YEMEKLERİ BAŞKAYDI”…

AYDINLIK- Acaba “tadı güzel” dediklerimiz bize dışardan dayatılan bir kavram mı? Güzel nedir?
DEMİRKOL- Eşinizle ilk evlendiğinizde yemek yaptığınız zaman size itiraz etmedi mi, “benim annem böyle yapıyor” diye?
AYDINLIK- Ben güzel yemek yaparım.
DEMİRKOL- Ona rağmen itiraz etti. İnsan çocukluğundan alıştığı damak tadını arıyor. Belki dünyanın en kötü aşçısı annesi, ama insan neye alıştıysa onu arıyor.
AYDINLIK- Eski çağlardan bu yana insana dair güzel-çirkin kavramı bile ne kadar çok değişmiş. Biz ona böyle bir değer yüklediğimiz için güzel oluyor. Toplumda da dayatılan değerler var. Kola ya da hamburger için “bak bu güzeldir” deniyor çocuklara.
DEMİRKOL- Ben o yüzden üniversitelerde konferans vermeyi tercih ediyorum. Çünkü; onlar yakın zamanda anne baba adaylarıdır.

SPOTLAR(ÖNEMLİ BİLGİLER)

  • “Bir kutu meşrubatta 35 gram; 200 gram meyvede 30 gram şeker vardır. İnsanoğlunun 200 gram meyve dışında hiç şeker yememesi gerekir. Diyelim ki çok aşerdiniz, 2 parça çikolata yediniz, o gün meyve yemeyin. Bir matematik yapmak zorundayız. Elbette, meyveden elde etmiş olduğumuz birtakım vitamin ve antioksidanları da feda etmiş oluyoruz.”
  • “Türkiye’de gençlerde inanılmaz bir demir eksikliği var. Kırmızı et doğadaki en önemli demir kaynağıdır. Bitkiden demir çok daha az özümsenebilmektedir. Dana eti bir demir kaynağıdır, protein kaynağı değildir. Ben proteinimi bulgurdan, baklagilden alıyorum zaten.”
  • “Yapay yem üreticileri ‘biz dünyayı nasıl doyuracağız’ yalanıyla, hayvanları meralardan ahırlara çektiler ve bugün her ahır hayvanı şeker hastası. Çünkü, pancar küspesiyle, yapay protein yemleriyle, patatesle ve mısırla besleniyor.
  • Doğal beslenen ineğin sütünde omega-3 vardır, yapay beslenende hiç yoktur. Doğal beslenen ineğin sütünde damar sertliği yapıcı donmuş yağ asidi yoktur, yapayda vardır. Bu asitler fruktoz gibi kolesterolün asitlenmesine yol açar.
  • Doğal beslenen ineğin sütünde dünyanın bugüne kadar bildiği en büyük antioksidan olan alfaminolimik asit vardır. Bu maddeyi tüketen kadınlarda meme kanseri yüzde 40 daha az görülmektedir. Yapay beslenen ineğin sütünde bu hiç yoktur.
  • Duymuşsunuzdur kırsal alanda 100 yaşını aşmış bazı insanlarda ikinci kalıcı dişler düşer ve onun yerine üçüncü dişler çıkar. İşte bu doğal sütün eseridir. Doğal sütün maliyetinin çok pahalı olduğu söylenir ama aradaki fark yüzde 10-15’i geçmiyor.
  • Elimizde tek bir omega-3 kaynağı kaldı. O da doğal deniz balığı; kültür balığı değil. Halbuki insan her gün 1gram omega-3 alması gerekiyor. Diyelim ki hamsiyi ayçiçek yağında kızarttık, o hamsiden artık bize fayda gelmiyor.
  • Zeytinyağı omega-9 yağıdır. Tekli doymamış yağdır ve omega-3 ün emilimine hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ayçiçeği yağının bir olumsuzluğu daha var. Pişirme esnasında maruz kaldığı ısıdan sonra birtakım yapay yağ asitlerine dönüşüyor.
Kaynak: http://merichrd.wordpress.com/2008/08/07/damar-tikayan-kolesterol-degil-seker/

PİSTOZ / PİSTOMANİ… İNANÇ HASTALIĞI…

man, inanç sistemleriyle insanlara aşılanıyor. Dinler, ideolojiler, dünya görüşleri olarak. İnanç sistemleri kendilerini yenileyemiyor, değişen dünya karşısında, içlerinde olması gereken devingenliği (dinamizmi) harekete geçiremiyor. Kendi içlerine kapanıyor. Büzülüyor. Küçülüyor. Baskıyı arttırıyor. Gerçeklerden uzaklaştıkça, yeni değerler, kültürel ürünler (sanat, bilim ve düşüncede!) yaratamadıkça, saldırganlaşıyor, kendi inananlarına ve kendisi gibi inanmayanlarına dehşetle baskılar uyguluyor. Gerçeklikle haberleşemeyen, ufkunu bu haberleşme sonucu genişletemeyen inanç sistemleri pistoza yakalanıyor. (Psikoz’un, pistisiayatrideki karşılığı) Dünya için büyük bir tehlike oluşturuyor.

Pistoza yakalanmış bireyde ise, kendini ideale en yakın sayma hüsnü kuruntusu vardır. En yetkin, en adil birey odur. Dinlerde bu tanrıyı yakınlık biçiminde görünüyor. Tanrıya en yakın benim. Diğer gafiller ise uzakta. Onları yola getirmek gerek ya da yok etmek. Pistomanik sapkınlık, ne bireye ne de ait olduğu inanç düzenine insanlık adına katkı sağlamıyor. Dehşet yaratıcısı insanlar, bu pistomaniklerden çıkıyor. “En doğruyu, en gerçeği, en mükemmeli bilen benim. Yüce güç -ki benim dışımdadır!- bana buyruk verdi, insanları ‘ıslah’ etme, doğru yola sokmak için buradayım.” Bu kişi kafasındaki yüce güçten destek aldığını düşündüğü için ölebilir de! Yaşamla ölüm arasında fark yoktur artık. Çünkü onun imanı onu ayrıcalıklı kılmıştır. Doğru bir yerden doğru mesajlar almaktadır.

Elbette pistomaniyi destekleyen en önemli etkenlerden biri “mazlum” psikolojisidir. “Ben mazlumum. Zulüm görüyorum. Zalimi öldürmede haklıyım.” Dünyada zulüm vardır. Zulüm ve sömürü sürdüğü sürece pistomanik ortam hep olacaktır!…
KAYNAK: http://garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi?w+30+/cubilim/cubilim2003/0312/13/t/b0203.html+Bilim+inan%E7

SORGULAMA BİLİNCİ…

23/09/2008 1 yorum

Bilgilenmenin dışında hiçbir güç, toplumu içine düştüğü bunalımdan kurtaramaz. Bilginin kaynağı, sözü sonsuzluğa erdiren kitaptır. Bellek yanılır, yazı yanılmaz. Kitapla doğan düşünsel etkileşim, ‘yazı’nın ürünüdür.

Komutan, bölüğe sınavla yazıcı alacakmış. Soru şu: İki kere iki kaç eder? ‘Dört’ yanıtını veren, ben kazandım diye sevinçle kapıdan dışarıya fırlamış. Aralarından biri, komutandan kâğıt kalem istemiş, işlemi yaptıktan sonra, “Dört, komutanım!” demiş. Komutan onu yazıcı yapmış…

Zebur, Tevrat, İncil, Kuran… Dinsel söylemler, kim bilir geceyi gündüz eyleyen hangi sabırlı bir yazıcının parmak uçlarından aktı insanlığın belleğine…

Ne yazık ki, kimi toplumlar bilgisayar çağında bile aralarında yazısal bir etkileşim kurmuş değildir. Düşünmek özgürlük duygusunun kaynağıdır; ‘yazı’dan uzak toplumlar, bir türlü bağnazlığın karanlığından kurtulup kendi düşüncelerini yaratamıyorlar.

Yazının bulunuşu İÖ dört bin yıllarına uzanıyor. Çağımızda artık yazısız toplum kalmadı. Ne var ki, insanlığın yarıdan fazlası, yazıdan yararlanmayı bilmiyor. Uzağa gitmeyelim; ağzından dua düşmeyip her gün beş vakit namazını kılanlara Kuran’ın Türkçe’sini okuyup okumadıkları sorulsa, herhalde verdikleri yanıt iç açıcı olmayacaktır.

Tek sözcüğünü anlamadan Arapça’sını okudukları Kuran harfleri, onlar için ‘anlam’ değildir, birer kutsal resim değerindedir.

Dinsel, bilimsel ya da yazınsal; anlamadan okunan hiçbir kitabın özüne varılamaz. Bu, düşünceyi derinliğine kavramaya yetmediğinden, insanın algılama yeteneğini de köreltir. Algılama körelmesine uğramış insan, özgürce düşünmenin ne olduğunu bilmiyor. Öyle olunca da, olagelenleri sorgulama gereği de duymuyor.

Bir, yazıyla kaynaşmış toplumlara bakın, bir de yazı dışı kalanlara… Buluşlar onlarda, teknik onlarda; düşünürler, yazarlar, kompozitörler, ressamlar, tiyatrolar, galeriler… onlarda.

Öbürleri, varlıklarını da, ekonomilerini de onların güdümüne bırakarak yaşıyorlar.

Küreselleşme, AB, Amerikan imparatorluğu; hepsi enerji kaynaklarına sahip olmanın, dünya ekonomisini ellerinde tutmanın hesabını yapıyor. Onlar, Afrikalı çocukların çölün ortasında akbabalara yem olmasına, Irak’ta her gün onlarca insanın ölmesine, bir “ekran oyunu” gözüyle bakıyorlar.

Emperyalist kafa, insan haklarını da, hoşgörüyü de, kişi özgürlüğünü de tarih boyunca hep kendine yontmuştur. Bunun en sıcak örneği Gürcistan! Başbakan Erdoğan’ın iyi niyetli birlik çağrısı, Enerji Bakanı Tüzmen’in misilleme kabadayılığı ciddiye bile alınmamıştır!

Egemen güç, bir ülkede boşluk arar. Boşluğu gördüğü an oraya sızıverir. Arap ülkelerinin yeraltı zenginlikleri onların güdümü altındadır. Şimdi sıra petrol yollarının denetimine geldi…

Petrol kaynaklarının gerçek sahipleri, onların yalnızca yerin altında olana değil, öz varlıklarına da egemen olduklarını akıllarına bile getirmeden, altın işlemeli tahtlarına kurulup halklarını kulluğa mahkûm etmeyi saltanat sayıyorlar.

Oysa, gerçek saltanat, ancak aklını özgürce kullanıp sorgulama bilincine ermiş insanların yaşadığı bağımsız ülkelerde yaşanır. l

DİPNOT / KAYNAK: http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cudergi/w/d0802.html

KÜRESEL EKONOMİ TETİKÇİLERİNİN İTİRAFLARI…

John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabının girişinde şunları söylüyor: Ekonomik tetikçiler (ETler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD Uluslararası kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yardım kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır. Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim.

Yazarın tanımı ile küresel ekonomide şirketokrasi egemen. Bugün ABDde olan dev şirketler krizi bu gerçeği doğruluyor. ABDde medya büyük uluslararası şirketlerin elindedir. NBCnin sahibi General Electric, ABCnin Disney, CBSinki Viacom olup, CNN ise AOL Time Warner şirketler topluluğunun parçasıdır. Medya çalışanları bu sistemin yürümesi için yerlerini ve hadlerini bilirler. Gelen krizi net olarak ortaya koymayan medya yüzünden ABDdeki son çalkantılar şok etkisi yaratmış durumda. Bu nedenle küresel dünyada medyaya sahiplik sisteminin değişmesinin artık şart olduğu çoğu çevre tarafından belirtiliyor. Son günlerde çokça yaşadığımız Türkiyedeki kötü örnekleri de dikkate aldığımızda bunun bizim için de ne denli önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İletişim dünyasına şirketler sahipse zalimce uygulanan ekonomik sistem medya kanalı ile yönlendiriliyor. Sonra büyük iflaslar, ekonomik depremler şok etkisi yaratıyor.

Üretmeyen sadece küresel fonların cazip uğrak yeri olan ülke ekonomimizi daha bir yıl önce tüm medya muhteşem olarak sunmamış mıydı? Ülkenin roket hızı ile şaha kalktığını ballandıra ballandıra anlatmıyorlar mıydı? Petrole bağlı bir ekonomi, cari açığı tehlikeli sınırda ve finansmanı sıcak para ile yapılıyor, dış ve iç borçlar gayrisafi milli hasılaya neredeyse eşitlenmiş, kredi kartları ile ülke vatandaşı tüketim çılgınlığına girmiş, çocukların da ellerinde ek kredi kartları olmaya başlamış, kredi kartları ile müthiş bir sanal ve balon kaydi para yaratılmış ekonomiyi savunanlar ve sıcak para ile övünen bir ekonomiyi kırılgan olarak görenlere cahil diyenler yine bizim medyamız değil miydi? Ekonomiyle ilgili haber ve görüşleri izlerken kendimizi başka bir ülkede yaşıyor sanmıyor muyduk? Evet böyleydi; bunları bize sunan büyük grupların medyası idi.

Ekonomik tetikçi şu önerilerde bulunuyor: Daha iyi bir dünya yaratmak için sahip olduğumuz şaşırtıcı fırsatları hemen sıralayabilirim: Herkese yetecek kadar yiyecek ve su; hastalıkları geçirip bugün milyonlarca insanı gereksiz yere etkileyen salgınları önleyecek ilaçlar; yaşamın gereklerini yerkürenin en ücra köşelerine bile götürecek ulaştırma sistemleri; okur-yazarlık oranını arttırıp, dünyadaki her insanın, diğer bir insan ile iletişime girebilmesine olanak verecek internet servislerinin sağlanması; farklılıkların giderilmesini sağlayarak savaşları gereksiz kılacak araçlar herkes için daha ekolojik ve verimli evler geliştirmek için kullanılabilecek, hem uzayın sonsuzluğunu hem de en minik atomaltı enerjiyi araştıran teknolojiler; yukarıdakilerin tümünü başarmak için yeterli kaynaklar ve daha birçok şey.

Ve şu soruları kendimize sormamızı istiyor:

– Neyi itiraf etmem gerekiyor? Kendimi ve başkalarını nasıl kandırdım? Nerede geciktim? Dengesiz olduğunu bildiğim sistemin içine çekilmeme neden izin verdim?
– Kendi çocuklarımın ve tüm çocukların, Kurucu Atalarımızın rüyasını, yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı düşünü gerçekleştirmelerini sağlamak için ne yapacağım?
– Gereksiz açlığa son vermek; çocuklarımıza, obur veya dengesizce yaşayan insanlara, medyanın kendilerini nasıl kontrol ettiğini ve bizi mutluluk hayalleri ile avuttuğunu nasıl anlatacağım ve onları ikna edeceğim?

Bu kitabı okuyunca şunu düşündüm; bizde de ekonomik tetikçiler var mı, varsa ne zaman itirafta bulunacaklar, acaba şunları itiraf edebilecekler mi?

– Arkadaş ben medyayım, hükümetle işim var. Ticaretim için bazı zaman yağ yaparım, bazı zaman yerden yere vururum.
– Bizler de arsa spekülasyonu yaptık. İmar artışından yararlandık. Oluşan rantı birileriyle paylaştık.
– Ekonomiyi iyi göstermek zorundayız. Bunun için ciddi teşvik primi alıyoruz.
– Allahla kandırdık, para topladık. Bu paraların büyük kısmını yoksul insanlara dağıttık. Ama bir kısmını da hizmet ücreti olarak biz aldık. Bu bizim hakkımız.
– Biz farklıyız; sosyal dayanışma içinde eğitim ve ticaret bizim önceliğimiz. Din ikinci planda. Bu iki hedefi gerçekleştirmek için ciddi ekonomik organizasyon kurduk. Havuza giren paralar gönüllü verilen paralar ve herhangi bir vergi kaybına ve yolsuzluğa yol açmıyor. Onun için bizden korkmayın!
– Büyük projeler, ihaleler, satın almalarda bize yardımcı olan insanlara elbette gelir dağılımı adaletini sağlamaya katkıda bulunmak için hediyeler verdik. Bundan doğal ne olabilir. Vermeseydik daha fazla zenginleşmemiz sizi rahatsız etmez miydi?
– Farkına vardık; tüketen ekonomiden üreten ekonomiye geçmemiz bizi kurtaracak.
– Medya sahiplik sisteminin değişmesi şart; medya çok şeyi yönlendirebiliyor. Bu nedenle tarafsızlığı sağlayacak sahiplik en uygunu.

Dünyada ekonomik tetikçiler itiraf ettikçe gerçekleri öğreneceğiz.Bekleyelim görelim

AYNAK: http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1211.html

TÜRKİYE’DE İKTİDAR ve DİN…

Türkiye; 1946’da çok partili hayata geçişle birlikte, tüm liderler ve partiler, oy kaygısı ve iktidar hırsıyla dindar halkı kullanmışlardır. Dindar halkı etkilemenin en kolay yolu olarak da sürekli imam hatip okulu açmayı seçmişlerdir. İktidarlar bilim toplumu yerine din toplumu yönetmeyi tercih ederler. Burada lider açıkça ifade etmese de, bir şekilde tanrının ve peygamberin talimatlarını ileten vasıta konumundadır.Yani icraatlarından sorumlu değildir. O sadece emirleri yerine getirmektedir. Tanrı ve peygamberin emirlerinin tartışılamayacağı gerçeğini de göz önüne alırsak, halkın da iktidarın icraatlarına kayıtsız şartsız uyma durumu ortaya çıkar. İktidarlar bilim toplumu yerine din toplumu yönetmeyi tercih ederler. Çünkü bilimsel düşünce yapısı ile din ağırlıklı düşünce yapısı birbirinden çok farklıdır. Bilime ve bilimsel düşünceye inanan insanlar soru sorar, yapılan işlerin nedenlerini araştırır, hurafe ve dogmadan uzak durur, gerçeklere ulaşmaya çalışır. Din ağırlıklı düşünce yapısında ise mutlak bir teslimiyet vardır. İktidarların halkı sürekli yönlendirmeleri sonucunda da dinin ve kuran-ı kerim’in dışına taşmış, hurafe ve dogma ile tıka basa dolu, günümüz türkiye’sindeki yapı ortaya çıkar.

Bu garip iktidar hırsı sonucunda, genç neslin önemli bir bölümü kasıtlı olarak cahil bırakılmıştır. Yüzbinlerce genç açık öğretim gibi bir garabet kullanılarak heba edilmiştir. İlerde, sermaye ve iktidarın sahipleri olarak düşünülenler, gerçekten bilimsel ve çağdaş düşünce yapısı ile eğitilmişlerdir. Ancak bu seçilmişlerin de kafasına ilk yerleştirilen imaj, yönetecekleri toplumun olabildiğince gerçeklerden uzak tutulmasıdır.

________________ http://www.bildirgec.org/yazi/iktidar-ve-din
Kategoriler:Din... Etiketler:,

BU DÜNYA GERÇEK, YALAN OLAN ÖBÜR DÜNYADIR…

Bizim, senin, onun bunun yani hepimizin Dünyası asla yalan değildir…
Bu bir kandırmaca…

Günlük yaşantımızda zaman zaman duyduğumuz ’Bu dünya boş, ne varsa öbür tarafta var’, ’Bu dünya yalan’, ’Batsın bu dünya’, ’Dünyada ölümden başkası yalan’ gibi bilinçsiz bir şekilde kullanılan bu sözler hatalı ve insan için çok inciticidir...
Tam aksine mükemmeliyet noktasında bir tasarıma sahiptir.Mükemmel bir nanobilim üstadıdır. Her şeyi atomlardan başlayarak inşa etme konusunda eşi benzeri yoktur. Milyonlarca değişik türleri barındırmaktadır. Dünyamız, insana rağmen yaşamı korumayı ve sürdürmeyi başarmaktadır. Bu incitici sözler yerine bizimki ’yalan olan bir şey varsa o da yalancının kendi yaşamıdır. Bizlerin dünyası ise canlı, yaşayan ve eşsiz güzellikle bir gezegendir.”

Çalışkan ve bilgi düzeyi yüksek toplumlar kendi yazgılarını kendilerinin tayin etmektedir…
“Önemsiz konularla öldürülen zamanın ve boş tartışmaların, dünya teknolojide hızla ilerlerken bizim uyutulmamızın, ülkemizin gündemini değersiz konularla doldurmanın varlığı moralimizi bozmamalı”
Yani; herşey burada, yalan olan öbür taraf…
Neden mi söylüyorum bunu….

Şundan…
DOĞUMDAN ÖNCE NE İSEK, ÖLDÜKTEN SONRADA O OLACAĞIZ ÇÜNKÜ…

Kategoriler:felsefe Etiketler:, , , ,

5 MAYMUN HİKAYESİ… İşte ideolojilerin tabulara dönüşümünün hoş bir anlatımı…

Kafese beş maymunu koyarlar… Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar.

Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur.

İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Bu ikinci maymun da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir.

En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.

Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir.”

İşte ideolojilerin tabulara dönüşümünün hoş bir anlatımı…

Kaynak: http://www.pusulagazetesi.org/arsiv/21.03.2008.pdf

Kategoriler:Genel Etiketler:, , ,

FIRSATLARA VE DUALARA DİKKAT!…

Bir film izle, sonra bu sonucu çıkar. Neredeyse 10 senedir “neden benim başıma geliyor?” “niye bunları hep ben yaşıyorum?” “tamam iyi öyleyim ama neden böyle oluyor?” diye sorduğum sorunun yanıtını izlediğim, hem de Emo’ya izlesin diye aldığım bir filmde buldum.
Aman Tanrım” diye konusu “Tanrı, Nuh ve Gemisi” olan bir filmde.

Hani bazı filmler vardır karşısına gülmek için oturursunuz ya o filmlerden biri sandım. Elinizde kumanda olacak her espriye gülmek için hazırda beklersiniz ya öyle de sandım. Emo’da izliyor ya özellikle onunla izlerken büyük insanların başına gelenlere evde feci gülünmesi gerekiyor ya, güleceğim diye hazırlandım. Ancak filmin ortasında Tanrı ile oyunculardan birinin konuştuğu bir

sahnede kalakaldım.

Son bir yıldır izlediğim her yeni filmde muhakkak rolü olan, performansına hayran kaldığım, bu yüzden kendime çok yakın hissettiğim Morgan Freeman tabii ki yine var ve tabii ki yine Tanrı. Bir kadın ona soruyor: “Neden diyor?” Olan olaylara kendince bir açıklama istiyor. O cevap veriyor. 

Ve aynen şöyle diyor:
“Hep dua ediyorsunuz ya. Güçlü olmak için, cesur olmak için, sorunları yenmek, ayakta almak için. Ailenizi korumak için, onlarla daha yakın olmak için. Ben sadece senin istediğini yapıyorum.

Güç istedin. Sana güçlü olman için fırsat veriyorum. Cesaret istedin. Sana cesur olman için fırsat veriyorum. Aileni korumak istiyorsun ya. İşte sana fırsat. Yaşamın boyunca bundan daha iyi bir fırsatın olmayacak. İnan bana biliyorum çünkü. Ve ailen ile yakınlaşma fırsatı

işte sana…”

Açıklama aslında İncil’in bir yorumu doğal olarak. Ama nasıl güzel ve nasıl anlamlı?
Yıllardır tanıdığım çeşitli insanlar için yorum yaparken kendime sorardım. “Neden?” derdim mesela. “Eğer bu kız bu ailede doğmasaydı kesin ya fahişe olurdu ya oraya buraya satılırdı sürdüremezdi hayatını” falan dediğim, anlamaya çalıştığım insanlar oldu. Mevcut şartlarının içinden al çıkar bir yere koy belki de nefes alamayacak kadar güçsüz ve savunmasız kadınlar tanıdım. Erkekler de. Arada kendime ve benim gibi olan, benzer olan, birbirimizde ortak yönlerimiz olan, savaşçı kadınlar da tanıdım. Geçen yıllarda biri bana “allah taşıyabilene sorun verir” demişti. Bunu da yazmıştım size. Bu açıklama birkaç yıl idare etti beni ta ki bu filme kadar.

Şimdi anladım.

Ben istedim güçlü olmayı. Ben istedim kendimi savunabilmeyi, ayaklarımın üzerinde dimdik durabilmeyi. Cesur olmayı da ben istedim. Olay aynen bu açıklama gibi. Ben istediğim için yaşadıklarımı fırsat verdi allah bana.

Tabii yoruldum. Hissediyorum bazen bunu yoğun şekilde. Ailem ve işim dışımdaki ne bir insan ne artık tanımadığım insanların dengesizliği ne de sorunları ile uğraşmak istiyorum artık.
“Vazgeçtim Tanrım ya… Cidden. Bugün itibarı ile artık cesur olmak istemiyorum. Artık güçlü de olmak istemiyorum. Tek istediğim huzur olduğundan artık bana bunu yaşamam için verdiğin fırsatları değerlendirmek üzere ele alıyorum. Gerisini lütfen artık, güçlü olmak, cesur olmak ve dimdik durmak için dua eden kullarına yolla…”

__________________________http://www.anneyiz.biz/yazarlar/yazidtl.php?yzid=7856568

Kategoriler:Din... Etiketler:
Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU