Arşiv

Archive for Kasım 2008

SOL ve SOSYALİST…

Sol; yargının, insanın insanı sömürmesi ile eşitlik ilkesi arasında ikinciden yana tavır alması için mücadele eder. Sol; yargıdan, savaş ile barış arasında barıştan yana tavır almasını ister. Sol; yargının, patronların kâr güdüsü ile ölüme sürüklenen işçiler arasında işçiden yana tavır koymasına çalışır. Bunlar apaçık siyasi konulardır ve elbet te yargının siyasal bağımsız, eşitlik, barış ve işçiden yana tavır koyması istemi de apaçık olarak yargının siyasallığına bir atıftır. Üstüne üstlük, bağımsızlık ve yansızlık da bir siyasal tavırdır. Yargının hem siyasallığına karşı olmak hem de ondan bağımsızlık ve yansızlık beklemek, taraf medyasının manipülasyon ve dezenformasyonunu yutmuş ya da onlara destek olan cacıklık bademlere özgüdür. Belki genel anlamda “sol”a ve “solcu”ya da. Ama asla sosyalistlere değil! ________ Yeni Ortam…

KAVRAM KARGAŞASI…

Son beş-altı yıldır bilmem dikkat ettiniz mi, Türkiye’de hemen tüm konularda tartışma her türlü akılcı temelin dışına taşınmış bir şekilde bir kavram kargaşasına dönüştü.

Yobazın Büyük Zaferi: Kavram Kargaşası

Örneğin, özgürlük kavramı, özgürlüğü kısıtlayan her türlü görüş ve davranışa da özgürlük şeklini aldı. Dürüstlük kavramında dürüstlüğü belirleyen kıstas yasalar oldu, dolayısıyla dürüstlük yasa yapıcıya bağlı bir kavram haline getirildi. Bilim kavramı, «ünivesite adı verilen kurumlarda yapılan her şey» olarak algılanmaya başladı ve her profesör, doçent, yardımcı doçent vs. bilim insanı olarak görülür oldu. Fethullahçılara destek bile TÜBİTAK’ça bilimsel addedilir olmuş! Herhangi bir mevkiye atanan, otomatikman o mevki gereği saygın oluvermeye başladı; buna karşı bir ifade hakaret olarak muamele görüyor artık.

Bir toplumda, hatta yalnızca iki kişi arasında iletişimi mümkün kılabilmek, bazı temel kavramlarda aynı şeyi kabul etmekle mümkün olabilir. Bunun iki temeli var:

1) Dilbilimsel: Yani ben «bardak» dediğim zaman siz «avanak» anlıyorsanız, konuşma imkânını, dolayısıyla ortak herhangi bir iş yapma temelini kaybederiz; toplumda yalnızlaşırız, yaşamımız güçleşir, hattâ imkânsız olur.

2) Felsefi: Gerçek bir dünyada yaşadığımızı ve bu dünya ile temasın da yalnıca akıl ve beş duyumuzla mümkün olabileceğinin kabulü. Yani bardak gördüğümü size aktaramıyorsam, dünya konusunda hiçbir ortak fikir ve dolayısıyla ortak hareket imanımız kalmaz. Bu nedenle neyin hakikat, neyinse yalan olduğunu nasıl bilebileceğimiz konusunda da anlaşmak zorundayız.

Mesela bizzat hakikat konusunda bile kavramlarımız karışmış durumda: Bana aklı başında olduğunu bildiğim pek çok iyi tahsilli dostum hakikat ile gerçeğin aynı şeyi ifade etmediklerini söylemişlerdir. Birinin gözlemciden bağımsız olarak var olanı, diğerinin ise gözlemcinin söylemiyle var olanın uygunluğunu ifade ettiği belirtilir. Böyle bir ayırıma buraya kadar itirazım yok. Ama hakikatın insan dışında bir söylemin gerçekle olan ilişkisi şeklinde ifadesinin kabulü mümkün değil, zira insan dışındaki söylem hakkında elimizde kontrol edebileceğimiz en küçük bir veri yoktur.

Neyin hakikat olduğu,yani söylemle uygun olduğuna karar verebilmenin tek yolu, söylemin gerçekle ilgisini araştırmaktır. Bu iş, hakikatın içinde ifade edildiği bir dilin dışındaki bir dil içerisinde hakikatı dile getiren söylem ile gerçek dünya arasındaki ilişkinin ifadesiyle yapılabilir. Örneğin, ay taştan yapılmıştır ifadesi, bu konuda gözlemlerimizi yaptıktan sonra Almanca olarak «Der Mond besteht wirklich aus Stein» diyebiliyorsak veya bunu Türkçe olarak dile getirdiğimiz cümlenin kontrolu olarak herhangi bir başka dilde de söyleyebiliyorsak, doğru bir ifadedir (bu tartışmanın mantık temellerini, ünlü Polonyalı matematikçi Alfred Tarski yayımladı, gerçeğin mütekabiliyet kuramı olarak bilinir).

Postmodernizmle birlikte gelen hakikat düşmanlığı bilhassa yobazlar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı, zira bu onlara dinin zırvalıklarını bilime dayanarak göstermek isteyenlere karşı müthiş bir silah vermektedir: Denilmektedir ki, gerçeği görmenin ve ifade etmenin hiçbir yolu yoktur. Dolayısıyla din de en az bilim kadar gerçeği ifade eder. Buradan da aslında dinin ilâhî bir söylem olması nedeniyle (!) bilimden üstün olduğu iddiasına gidilir.

Bilindiği gibi bu non sequitur (yani «ilgisiz sonuç») Gazzali’nin aklın üstünlüğüne karşı kullandığı temel tezidir. Gerçeği kontrol imkânının olmadığı bir kez ifade edilmiş olduğuna göre, artık kimsenin aklına dinin ilâhî olduğu iddia edilen temellerini sorgulamak gelmez.

Bu şekilde düşünmeğe bir kez başlamayagörün. Herşeyi eğip bükmeniz mümkün olur. Örneğin yasa bir mevkiye «saygın bir bilim insanının» atanmasını mı öngörüyor: Siz hem saygın hem de bilim insanı terimlerinizi kendinize göre çevirip o mevkiye istediğiniz kişiyi atayabilirsiniz. Sıkıştırıldığınız zaman da kendinizi demokrasinin katı tanımlarla değil, çoğunluğun fikriyle çalıştığını söyleyerek kurtarabilirsiniz.

Bu yolun sonu felâkettir. Hiçbir bilimsel düşünce geleneği olmayan Türkiye halkı birkaç yıldır bu felâketin kucağındadır. Çevrenizde muhtelif mevkilere gelenlere bakın, Mustafa filmi hakkında yazılıp çizilenlere bakın, üniversite «aflarına» bakın… temelde hep bu kavram kargaşasını ve onun ölümcül tuzaklarını bulacaksınız. Atatürk onun için dememiş miydi, «Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir …» ______ Celal Şengör…

CHP’ye…

29/11/2008 5 yorum

Türkiye Cumhuriyeti eğer bir yol ayrımındaise, CHPnin tüm yöneticileri ve üyeleri ile laik Cumhuriyetten hiçbir şekilde ödün verilmeyeceğini yineleyerek dile getirmesi ve her türlü oy kaygısını ve partiselçıkarı bir yana bırakarak, şeriatçılığınsimgelerini bilinçli ya da bilinçsiz olarak taşıyanlardan demokrasimize bir hayır gelmeyeceğini ilan etmesi gerekir.______ Necla Arat

Kategoriler:Güncel... Etiketler:

İMALAT’TA HATA… Her Toplum Kendi İnsanını İmal Eder…

Her toprak kendi insanını imal eder. Fransa ‘iyi’ bir Fransız, Amerika ‘iyi’ bir Amerikalı imal etmeye çalışır. Bebekleri ‘eğitim’ adlı imalat sürecinden geçirerek bir ulusun, bir cemaatin, bir topluluğun parçası yetişkinler olarak, birer ‘ürün’ olarak ortaya çıkarır her toprak. Türkiye de sizi, beni, hepimizi ‘iyi bir Türk’ yapmaya çalışır. Kahramanlığımızdan şüphemiz olmaz ve yenildiğimiz her maçta hakemin cinsel tercihleri sebebimiz olur…

YENİ MUHAFAZAKARLIK (neo-conservatism)… Kaf Dağı…

Kaf Dağı

Haber bir müjde olarak verildi: “Artık acılarınızı hatırlamayacaksınız!”
Gazeteler sevinçliydi:
“Travmaları unutturan hap geliyor!”
Bir kaç gün önceydi, üçüncü sayfalarda, önü arkası olmayan bu haber belirdi ve hemen ardından kayboldu. Oysa bu minik, şen haberin ardında çok ama çok karanlık bir gerçek vardı.
* * *
Zahide ‘Sohni’ Mühür… Müge İplikçi’nin ‘Kaf Dağı’ adlı romanının kahramanı. Pakistanlı. Emel… Müge İplikçi’nin ‘Kaf Dağı’ adlı romanının kahramanı. Türkiyeli. Bu cümlelerin hangisinin doğru olduğunu kitabı (Everest Yayınları) okuyunca anlayacaksınız. Onu, okuyucuyla kitap arasında kurulacak özel ilişkiye bırakalım. Ama kitabın bu özel ilişki dışında kalan bir bölümü var. Guantanamo, CIA’nın işkence uçakları ve ABD’nin 11 Eylül sonrası tutsakları üzerinde diğer ülkelerle işbirliği içinde uyguladığı gizli deneyler ve işkenceler… İplikçi, son derece zekice bir kurguyla tasarladığı kitabın içine bunca dünyevi gerçekliği edebiyatı kekreleştirmeden nasıl yedirmiş bilmiyorum, ama ‘Kaf Dağı’ çağın bu en gizli ve en gözümüzün önünde utancıyla ilgili pek kifayetli bir sesle konuşuyor.
Kaf Dağı’nın ardında
İnsan beyni üzerinde, beynin sıfırlanıp yeniden programlanması amacıyla yapılan deneyler üzerinden yürüyor kitap. Bu işkenceleri doğuran ideolojiye, yani yeni-muhafazakârlığa (neo-conservatism) Kaf Dağı’nda verilen ses ise kusursuz.
İplikçi’yi her şeyden çok, kitaptaki yeni-muhafazakâr karakter Richard Shelton’a yaptırdığı konuşma için tebrik etmek lazım. Çok gerçek ve bir o kadar edebiyat. Şunu da söyleyeyim, son iki yıldır bu meselelerle ilgili Batı edebiyatını İngilizceden takip ettiğim için söyleyebilirim, benzerleri içinde derinliği ve ideolojik netliğiyle sıyrılan bir örnek Kaf Dağı.
Peki Kaf Dağı’nın ardında ne var?
Naomi Klein’ın son kitabı ‘The Shock Doctrine’ (Şok Doktrini, Penguin, 2007) İplikçi’nin kurduğu Kaf Dağı’nın ardını anlatıyor. İplikçi’nin kitabını okurken, anlatılan hikâyenin tarihini hatırlamak için Klein’ın kitabına bir daha baktım.
Klein, CIA’nın Soğuk Savaş döneminde başlattığı, insan beyni üzerinde yapılan gizli deneyleri anlatıyor. O dönemde elektroşok teknikleriyle yapılan ‘beyni temizleme’ deneylerinin bugün Guantanamo’da uygulandığını düşünüyor. Klein’in dünyanın bugünkü gerçeğini anlamak için kullandığı argüman ise şu:
Travmayı unutmak!
Ülkeler savaş, terör saldırıları, felaketlerle şoka uğratılıyor. Bu şokun ardından çokuluslu şirketler ve politikacılar ülkeye giriyor ve onlar da kendi ekonomik ‘elektroşok terapileri’ni uyguluyor. Buna direnenleri ise üçüncü bir şok bekliyor: Polis, ordu ve işkenceci sorgucular.
Bu şok terapilerini beyin üzerinde yapılan deneylere benzetiyor. 50’li yıllarda yapılan, sonra ortaya çıkan ama CIA’nın dev tazminatlar vererek kurbanlarını susturduğu bu deneylerde insanların hafızaları uyuşturucular, elektroşoklar ve ağır tecrit uygulamalarıyla siliniyor.
Bu deneyler, kurbanlara travmalarını ya da kötü davranışlarını unutturmak amacıyla yapılıyormuş gibi gösteriliyor. Ama onu, tıpkı şoka uğramış ülkeler gibi, bırakınca yere yığılan bir kuklaya çeviriyor. Yani tıpkı yukarıdaki şen haber gibi bu deneyleri yapan doktorlar da hastalarına şöyle söylüyor:
“Artık acılarınızı hatırlamayacaksınız!”
Müjdeliyorlar:
“Travmalarınızı unutacaksınız!”
Ama sonuç bir felaket elbette. İnsanlar çocuklaşıyorlar ve bütün dengelerini kaybediyorlar.
Kaf Dağı’nı okuyunca bu anlatılanları çok daha iyi anlayacaksınız. Yeni totaliter çağın hedefinin bize bütün ‘acılarımızı’ unutturmak bahanesiyle insanlığa ağır bir lobotomi ameliyatı uygulamaya çalıştığını göreceksiniz.
Ve bir şey daha… Klein, 12 Eylül hapishanelerinde yapılanları anlatır gibi anlatıyor. Aynısı. Tıpkısı… Yani sonra sormayın “Niye unuttuk?” diye. Çünkü bunun için çok ‘bilimsel’ çalışıldı üzerimizde…

TANRI / ALLAH…

TANRININ KIRINTILARI…

……….
Müslüman dünyasının en ince kılcal damarlarının ucundaki ücra kasabalarda yankılandı nefret. Beyrut’ta gördüm, Allah’tan başka hiçbir şeyleri kalmamış insanlar için ne demek o konuşmalar. Bir kez daha anladım:
Onların sarışın “tanrıları” ile ötekilerin esmer “Allah”ı “kapıştırılacak” ve kan akacak muhakkak. Akıyor da. Biz çok sonra bu tarihleri bir bir yazıp alt alta, eğer o çok sonrada kâğıt, kalem ve yazı kalırsa, “O günlerde başladı Karanlık Zaman” diyeceğiz belki de.
O günler geldiğinde şimdi başlatılmaya çalışılan, başlamış olan dinler savaşının bir dinler savaşı değil, tıpkı her savaş gibi yoksulluk ve zenginlik, güç ve güçsüzlük savaşı olduğunu anlatacağız çocuklarımıza. Eğer torunlarımız yaşıyor olurlarsa böyle anlatacaklar torunlarına. Belki o zaman insanlar anlayacak Tanrı’nın hepimizin içinde olduğunu…
…….
Hepimiz Tanrı’nın kırıntılarıyız. “En el hak” hepimizin hakkı. Kırıntılar olduğumuz için hepimiz birleştiğimizde bir tanrı oluşturuyoruz bu yüzden birleşebildiğimizde. Ve bu yüzden işte, sorduklarında “İnanıyor musunuz?” diye, “İnanıyorum” diyorum, “İnsanlığa inanıyorum”. Çünkü bir araya geldiğinde Tanrı’yı yaratabilecek tek güç onda, her bir kırıntı toplanıp birleştiğinde.
Her bir insanın Tanrı’nın bir kırıntısı olduğuna inanabildiğinde insanlar, aynı Tanrı’nın kırıntıları olduklarına, dünya, yani belki ancak o zaman, kurtulacak. “Lekesiz aklın ebedi gün ışığında”…
O zaman ne dinlere ihtiyaç olacak ne de kılıçlara. O zaman birbirimizin yüzüne Tanrı’nın yüzüne bakar gibi hayret ve hayranlıkla bakacağız. Biricik ve fakat bir oluşumuza şaşarak bakacağız. Ancak o zaman birbirimize hiç kıyamayacağız…
….
En eski kitaplara…
Ama o güne dek…
İnsanlık en eski kitaplarına geri dönüyor. Yüzyıllardır yazılmış olan büyük kitapların hepsinden vazgeçiyor yeryüzü. Yirminci yüzyıla kadar tutunulan, aklın ve mantığın biriktirdiği büyük İskenderiye Kütüphanesi’ne öfkeyle dalıyor kalabalıklar. Kızıyorlar. Kitaplara kızıyorlar. Bunca kitabın kendisini kurtaramadığına kızıyor insanlık. Aklın yazdığı kitapları bu yüzden parçalıyorlar. Ve tıpkı tek tek hepimizin yaptığı gibi korktuğunda, yeryüzü kalabalıkları da şimdi ilk bildiklerine, ilk bilgilerine geri dönüyorlar.
Bir ruhları olduğunu onlara hatırlatan tek şey dinleri olduğu için, insanlık öyle yoksun, öyle mahzun bırakıldığı için, o en eski kitaplara sarılıyorlar. Üstelik öfkeli oldukları için de o kitapları belki bugün, yanlış okuyorlar. Tanrı’nın hepimize, hepimiz aracılığıyla kendisi olduğumuzu, kendisinin küçük parçacıkları olduğumuzu söylediğini duyamayacak kadar gürültü yapıyorlar. Gürültüde olmayan sesleri duyuyorlar göklerden. Göklerden gelen sesleri, kendi seslerini yanlış duyuyorlar.
Ben böyle bildim. Tanrı’yı ve insanları böyle bildim. Bu dünyayı da gördüm:
Ne bizim bu dünya, Batı’nın vaat ettiği gibi.
Ne Allah’ın, Doğu’da şimdi kimilerinin yorumladığı gibi.
Bu dünya kimsenin değil. Biz kimse değiliz. Biz Tanrı’nın kırıntılarıyız işte, birbirine inanmak zorunda olan.
Ben böyle bildim. İçimde…
Okuduğum bütün kitaplardan önce…

SOSYALİZM…

“En el Hak” ve sosyalizm…

Hepimiz Tanrı’nın kırıntılarıyız. “En el hak” hepimizin hakkı. Kırıntılar olduğumuz için hepimiz birleştiğimizde bir tanrı oluşturuyoruz bu yüzden birleşebildiğimizde. Ve bu yüzden işte, sorduklarında “İnanıyor musunuz?” diye, “İnanıyorum” diyorum, “İnsanlığa inanıyorum”. Çünkü bir araya geldiğinde Tanrı’yı yaratabilecek tek güç onda, her bir kırıntı toplanıp birleştiğinde.
Her bir insanın Tanrı’nın bir kırıntısı olduğuna inanabildiğinde insanlar, aynı Tanrı’nın kırıntıları olduklarına, dünya, yani belki ancak o zaman, kurtulacak. “Lekesiz aklın ebedi gün ışığında”…
O zaman ne dinlere ihtiyaç olacak ne de kılıçlara. O zaman birbirimizin yüzüne Tanrı’nın yüzüne bakar gibi hayret ve hayranlıkla bakacağız. Biricik ve fakat bir oluşumuza şaşarak bakacağız. Ancak o zaman birbirimize hiç kıyamayacağız. Laf aramızda sosyalizm de budur bana göre…

SOSYAL FAŞİZM…

27/11/2008 2 yorum

Sosyal Faşizm...

Kategoriler:KariKatür... Etiketler:

BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)… Türkiye İçin Bir Tuzak…

27/11/2008 2 yorum

graham fullerEski CIA Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı Fuller,Türkiye’yi plan konusunda uyardı…

‘BOP idam fermanı’…
ABD’nin komünizme karşı “Yeşil Kuşak” projesinin mimarlarından Fuller, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir felakete dö- nüştüğünü belirterek, Türkiye’nin Amerikan planlarına dahil olmamasının kendi çıkarına olacağını söyledi. Fuller, son 8 yıldan bu yana, ABD ile Türkiye’nin, Ortadoğu’da ortak çıkarlara sahip olmadığını, iki ülkenin ortak bir amacı paylaştıkları görüşüne katılmadığını belirtti.
Dış Haberler Servisi – Eski Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı Graham Fuller, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir felakete dönüştüğünü belirterek Türkiye’nin Washington yörüngesinde olmayan bir siyaset izlemesi gerektiğini çünkü ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına dahil olmasının idam fermanını imzalaması anlamına geleceğini söyledi. ABD’nin BOP, “ılımlı İslam” projelerinin arkasındaki beyinlerden biri olarak görülen Fuller, BBC Türkçe’ye verdiği demeçte Türkiye’nin Ortadoğu’da Amerikan planlarına dahil olmamasının kendi çıkarına daha çok hizmet edeceğini kaydetti. Fuller, ABD Başkanı George Bush yönetimi altında geçen son 8 yıldan bu yana, ABD ile Türkiye’nin, Ortadoğu’da ortak çıkarlara sahip olmadığını, dolayısıyla iki ülkenin ortak bir amacı paylaştıkları görüşüne katılmadığını dile getirdi.
“Bence ABD oldukça etkisiz olduğu ortaya çıkan teröre karşı küresel savaş stratejisi üzerinden, bölgedeki birçok ülkeye karşı kavgacı ve olumsuz bir siyaset izlemeye devam ederse, Türkiye, ABD’yi bölgedeki ilişkileri açısından iyi bir ortak olarak görmeyebilir” diyen Fuller, bu durumda da Türkiye’nin kendi çıkarlarına daha uygun, rasyonel ve bağımsız bir siyaset izlemek durumunda kalacağını, bunun da ABD çıkarlarının dışında bir çizgi izlemek anlamına geldiğini söyledi.
“Burada özel olarak, Rusya, İran ve Suriye ile iyi ilişkiler geliştirmekten, Filistin siyasetinin Hamas da dahil olmak üzere unsurlarıyla ilişkiler kurmaktan söz ediyoruz” ifadesini kullanan Fuller, “Ayrıca ben Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurmasının faydalarını, Washington yönetimi bunu anlamamış olsa da, hem Türkiye hem de ABD açısından şimdiden görmeye başladığımızı düşünüyorum” diye konuştu. Türkiye’nin bölgede ciddi bir arabuluculuk rolü üstlenmek için yeterince nüfuzu olup olmadığı yönündeki bir soruyu ise Fuller şöyle yanıtladı: “Tabii ki Türkiye’nin, bölge ülkeleri üzerinde ve bölge diplomasisinde, ABD, Rusya ya da Avrupa ülkelerinin sahip olduğu türden bir nüfuzu yok. Ancak Türkiye bir bölge ülkesi ve arabuluculuk yapmak istediği ülkeler de komşusu olan ülkeler. Dolayısıyla bunun bir önemi var.”
Türkiye’nin birbirine düşman olan ülkelerin hepsiyle dost bir ilişki yürütme siyasetinin sürdürülebilir bir siyaset olduğunu düşündüğünü ifade eden Fuller, “Bence ABD buna benzer bir siyaseti, kendisi için de uygulayabilir. ABD izlediği siyasetle kendisine düşman yaratıyor. Türkiye de daha önce bu tuzağa düştü” dedi.
Fuller, BOP’un bir felakete dönüştüğünü, çünkü bölgede yalnızca daha büyük bir istikrarsızlık ve özel olarak ABD’ye karşı daha büyük bir tepkiye yol açtığını kaydederek şöyle devam etti: “Dolayısıyla ben Türkiye’nin bölgede, bir Amerikan planı dahilinde rol üstlenmesi gerektiği görüşüne katılmıyorum. Samimiyetle söylemem gerekirse, bence Ortadoğu’da Amerikan planına dahil olmak, Türkiye’nin ya da bölgedeki başka ülkelerin çıkarları açısından idam fermanını imzalaması anlamına gelir.”
Obama döneminde, ABD’nin Ortadoğu’daki siyaseti açısından önemli değişiklikler yaşanacağı konusunda umutlu olduğunu belirten Fuller, Obama yönetiminin, Bush yönetimiyle kıyaslandığında Türkiye’de demokratik kurumların önemine daha çok vurgu yapacağı düşüncesinde olduğunu kaydedetti. Fuller, Bush yönetiminin, ilkesel düzeyde bir siyaset izlemediğini ve genel olarak Türkiye’de Amerika’nın bölge siyasetine destek sunan kesimleri desteklemeyi doğru bulduğunu ifade etti.
“Türkiye’nin Kürt sorunu tarafından rehin alındığını” söyleyen Fuller, “Mutsuz bir Diyarbakır, Türkiye’yi bölgede güçsüz bir hale getirir” dedi. Bu tür meselelerin bir gecede çözülemeyeceğini ifade eden Fuller, “Türkiye’nin doğru yönde ilerlemeye başladığını, artık Iraklı Kürtlerle diyalog kurmaları gerektiğini anladığını” belirterek “Eğer Türkiye Iraklı Kürtlerle diyaloğunu arttırabilirse, PKK sorununu çözebilir” şeklinde konuştu… _____DİPNOT/KAYNAK… Cumhuriyet 26.11.2008

BÜYÜMEDE KARA TABLO… İşsizlik Artacak…

Kriz... İşsizlik Artacak...

Kriz... İşsizlik Artacak...

Türkiye için kısa vadede riskler çok’ diyen OECD, büyüme tahminini yüzde 2’nin de altına çekti…

İşsizler 8 milyon artacak

2009’da işsizlik oranının yüzde 10’u aşacağına dikkat çeken OECD’nin raporunda, hükümete mali disiplin mesajı verildi. Yerel seçimler öncesi kamu harcamalarına dikkat edilmeli, aksi takdirde kur ve faizdeki dalgalanmalar artabilir.

Küresel krizin derinliğine bağlı olarak yaptığı analizlere her geçen gün bir yenisini eklemek zorunda kalan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Türkiye’de büyümenin yüzde 2’nin altına ineceği ve işsizliğin de önümüzdeki 2 yıl boyunca artacağını öngördü. OECD’nin üye ülkelere ilişkin hazırladığı son Ekonomik Görünüm Raporu’na göre, Türkiye’de 2008 için yüzde 9.7 olan işsizlik oranı, 2009’da yüzde 10.5, 2010’da ise yüzde 10.6’ya çıkacak. Raporda, Türkiye’de ekonomik büyümenin 2008’de yüzde 3.3’e ve 2009’da yüzde 1.6’ya düştükten sonra, global ekonomideki toparlanmaya bağlı olarak 2010’da yüzde 4.2 olacağının tahmin edildiğini açıkladı.

Krizin etkisiyle 2010’da üye ülkelerdeki işsizler ordusuna 8 milyon kişinin daha katılacağı belirtilen rapora göre, 2008’de üye ülkelerde 34 milyon olan işsiz sayısı, 2010 yılında 42 milyona çıkacak. 2008’de yüzde 5.9 olan işsizlik, 2009’da yüzde 6.9’a, 2010’da yüzde 7.2’ye çıkacak. OECD’nin raporunda Türkiye ile ilgili şu risklere dikkat çekildi:

* Güveni yitirmeden, mali şeffaflık ve harcamalardaki regülasyonların oluşturulması, istikrarın sağlanmasında önemli ölçüde kolaylıklar sağlayacaktır. Kısa vadede aşağı yönlü olan riskler, orta vadede daha dengeli gözüküyor.

* Türkiye’nin büyük cari açığını finanse etmek ve dış borcunu çevirmek için yabancı sermayeye bağımlılığı devam ediyor. Yabancı kaynaklara erişim önümüzdeki aylarda daha zor ve maliyetli olabilir, bu nedenle yatırımcının güvenini tesis etmek çok önemli olacak.

* Yerel seçimler öncesinde kamu harcamalarının hedeflerin dışına çıkması veya politik gerilimin artması halinde kur ve faizde volatilite artabilir ve bu finansal istikrar ve büyümeye engel oluşturabilir.

* Hükümet, finans sisteminde sistemik likidite risklerinin ortaya çıkması halinde zor mücadelelerle kazanılmış finans sektörü istikrarını korumak için ihtiyaç duyulabilecek destek mekanizmalarını devreye sokmaya hazır olmalı.

The Economist: Daha da küçüleceksiniz…

İngiltere’de yayımlanan The Economist dergisi de Türkiye’nin 2008 yılı büyüme oranı tahminini yüzde 3.7’den yüzde 3’e, 2009 için de yüzde 3.2’den yüzde 1.7’ye düşürdü. Söz konusu öngörülere göre, bu yıl Türkiye’de tüketici fiyatları bazında enflasyon yüzde 10.2 ve işsizlikte yüzde 9 olarak gerçekleşecek. Cari açığın milli gelire oranı da 2008 için yüzde 7.1 olarak öngörüldü.

Krize 2 yeni paket…

© Ekim ayı başında finansal sistemi desteklemek için 700 milyar dolarlık banka kurtarma paketi açıklayan ABD, şimdi de piyasalardan 800 milyar dolara kadar sorunlu menkul kıymet satın alacak.

ABD Merkez Bankası Fed, ABD finansal sisteminin desteklenmesi amacıyla yeni bir paket açıkladı. Fed, mortgage’a dayalı menkul kıymetlerin 600 milyar dolara kadar olan kısmını alacağını ve 200 milyar dolar büyüklüğünde tüketici borçlarına dayalı menkul kıymet alma imkânı sunacağını açıkladı. Fed, devlet destekli konut piyasası finansman kuruluşları Fannie Mae, Freddie Mac, Federal Home Loan Banks ve Ginnie Mae tarafından desteklenen toplam 600 milyar dolarlık tahvil ve menkul kıymetleri alacak. Fed ayrıca öğrenci kredileri, taşıt kredileri, kredi kartlarının desteklenmesi için 200 milyar dolarlık imkânı erişime sunduğunu belirtti. Fed ekim ayı başında da sorunlu kredileri nedeniyle 9 bankayı kurtarmak için 700 milyar dolarlık bir kurtarma paketi açıklamıştı.

Robin Hood formülü

İngiltere’de hükümet, açıkladığı önlem paketi ile ekonomiyi canlandırmak ve tüketiciyi noel alışverişlerine özendirmek amacıyla KDV oranlarını 2,5 puan düşürerek yüzde 15’e çekti.

Yıllık geliri 150 bin sterlinin üzerinde olanlardan alınan yüzde 40 oranındaki verginin yüzde 54’e çıkartılması da gündemde.

Kriz dönemlerinde sahip olunan değerlerin koruma altına alınması daha büyük önem taşıyor

Eksikleri gözden geçirin

© Uzmanlar, krizle birlikte daha fazla tasarruf yerine, sahip olunanların da güvence altına alınmasının önemini vurguluyor.

Araba, konut, eşya gibi sahip olunan varlıkların sigorta güvencesi altına alınarak olası risklere karşı korunması bir anlamda tüketicinin mali yapısının da korunması anlamına geliyor. Örneğin kasko sigortasını ihmal eden tüketicinin, bir kaza ya da arabasının çalınması durumunda uğrayacağı maddi kayıp, sigorta primine ödediğiyle karşılaştırılmayacak kadar büyük olacaktır. Aynı şey konut sigortaları için de geçerli. Evimizin ve evimizdeki eşyaların doğal afet, yangın, hırsızlık, sel basması, yer kayması, dahili su, duman ve benzeri risklere karşı güvence altına alınması bir anlamda yılların birikiminin güvence altında alınması demek. Konut sigortalarının tüketicinin tahmininin aksine hiç de pahalı bir sigorta olmadığını söyleyen Sigortam.net Genel Müdür Yardımcısı Özgür Zeybek konuyla ilgili, şu bilgileri verdi:

Özel konut sigortalarının primleri konutun bulunduğu yere, alınacak teminat kapsamına, yaşına, yapı tarzına ve yangın ile hırsızlığa karşı alınmış önlemlerine göre değişir.

• İstanbul Kadıköy’de yangın, hırsızlık, sel, su baskını, yer kayması, araç çarpması, fırtına, yangın mali mesuliyet, enkaz kaldırma, kira kaybı gibi teminatları kapsayan ve 100 metrekarelik tam kâgir, 100 bin YTL değerindeki bir konut içindeki 20.000 YTL’lik eşyayla yıllık ortalama 120 YTL bedel ile sigortalanabiliyor.

• Ferdi kaza sigortası, bir kaza sonucunda kişinin tedavi masraflarını, sakat kalması halinde poliçede belirtilen tazminat miktarını almasını sağlar.

• 40 yaşında bir avukat ya da öğretmenin herhangi bir kaza sonucu sürekli sakatlık ve vefat durumlarında 40’ar bin YTL’lik teminat için ödemesi gereken prim miktarı yıllık olarak en fazla 67 YTL.

• Buna karşın arazi ve ofiste hizmet vermekte olan yine aynı yaştaki bir mühendisin aynı miktardaki teminatlar için ödemesi gereken yıllık prim miktarı ise en fazla 114 YTL.

KÜRESELLEŞME VE SİYASAL İSLAM…

Bitmeyen kavga... İleri, Geri...SON SÖZ YA DA YENİ BİR BAŞLANGIÇ DENEMESİ İÇİN…

Bugün siyasal İslam’a ve toplumda kök salan gericileşmeye karşı durmadan, sol politika üretilemez. Neo-liberalizmin çıkarları gericileşmeyle örtüşüyorsa muhalefet de emek perspektifini kaybetmeden bu politikalara toptan bir karşı çıkış gerçekleştirmelidir… Yaklaşık 15 gün süren ve alanında uzman pek çok akademisyen ve yazarla görüşülen bir yazı dizisi hazırladık. Pek çok olumlu reaksiyon aldığımız bu diziye bir sonuç yazma görevi düştüğünde, öncelikle bu dizi fikrinin nereden çıktığını düşünmek geldi aklımıza… Ülkedeki gericileşme dalgası sol cenahı ikiye bölmüştü. Kimileri darbelerden medet umarken, kimileri de süreci basit bir özgürlükler sorunu olarak algılamaktaydı. Bu yazı dizisinde siyasal İslam’ın küresel sermaye ile ilişkisini ortaya dökerek farklı bir yol açmak istedik. Konunun bu yönü es geçildiğinde muhalefet sistem karşıtı bir yöne değil, darbeci statükocu bir çizgiye çekiliyor. Ya da yine işin sınıfsal boyutu göz ardı edildiğinde toplumdaki gericileşme dalgası basit bir “farklılık” ya da “özgürlük” retoriği ile açıklanmaya çalışıyor. Halbuki siyasal İslam’ın özgürlük anlayışı ile solun özgürlük tahayyülü birbirinden çok uzak olduğu gibi, küreselleşen dünyada birbirine zıt konumdadır da…

YEŞİL KUŞAK’IN BIRAKTIKLARI… Bir dönem emekçi sınıfların, yoksul kesimlerin önüne kimi eksikleriyle de olsa güçlü bir sol odak yaratılabilmişti. Şimdilerde bu kesimler gerici cemaat ağlarının içerisinde gözüküyor. Peki bu nasıl gerçekleşti? Prof. Dr. Türkel Minibaş bu süreci şöyle açıklıyor:1961 Anayasası’yla beraber geç kazanılmış özgürlüklerle toplumun yeni yeni bilinçlenmeye başlamış, örgütlenmeye başlamış bir toplumda, dünyadaki farklı kutuplaşmalar yani bir Sovyet kutuplaşmasına doğru kaymaya yönelik endişelerin ortaya çıkardığı, Sovyetler’e karşı yeşil kuşakla ABD’nin devreye girdiği bir süreç var. Onun için 1970’ler önemlidir dışarıdan desteklenmesi açısından. Zaten türban tartışmalarının da bu süreçte başladığını göreceksiniz. Bunların hepsi İslam’ın nasıl siyasallaştığını gösteren ama aynı zamanda yoksul halk kitleleri tarafından da İslam’la sosyalizm arasında tercih yapmaya zorlayan süreçlerdir.”

Gerçekten de ABD’nin yeşil kuşak projesi ile Ortadoğu’daki İslamcı akımları beslediği ve desteklediği biliniyor. “Sovyet tehdidine” karşı örgütlenen bu oluşumlar, ülkedeki fikri atmosferinde gericileşmesinde önemli rol üstlendiler. Öte yandan yine bu ülkelerde kimi zaman askeri müdahalelerle maneviyatçı propaganda okullardaki baş öğretiler haline getirildi. Nitekim Türkiye’de de 12 Eylül yönetimi cemaatlerin desteğini almak konusunda son derece istekli davranmıştı. Oral Çalışlar ve Tolga Çelik, İslamcılığın Üç Kolu adlı kitapta şöyle diyor: “Kenan Evren, darbe sonrası cemaatlere mesajlar verecek konuşmalar yapıyordu. Darbenin lideri yurt gezilerinde ayet ve hadisler okuyor, İslam’ı övüyordu. Cemaatlerin desteği karşısında darbeciler okullarda din derslerini zorunlu hale getirdi. Buna karşın felsefe zorunlu ders olmaktan çıkartıldı.” Aslında darbe yönetiminin bunu tek başına bir cemaat desteği almak için yaptığını söylemek zor. Solu ezen ve sermayenin pervasızlığının önünü açan süreç milliyetçi-muhafazakar nesillerin yaratılması ile de direkt alakalıydı. ABD’nin yeşil kuşak projesine de uygundu bu. Kendisi de bir cemaat mensubu olan Özal döneminde devletin özellikle eğitim kademelerine İslamcı kökenden kişilerin atanması tesadüf değildir. Faik Bulut, Batı ve Laiklik adlı kitabında bu konuya şöyle değiniyor: “Türkiye’de liberalleşme programlarının ekonomik mimarı Turgut Özal, sıkıştığı anlarda herkesi Allah’ın ipine sarılmaya çağırıyordu.” Daha sonraları, ABD’nin Yeşil Kuşak projesinde kontrolü kaybettiğini düşünenler de oldu. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında İslamcı hareketlerin radikal bir kimliğe bürünüp batıyı tehdit eder hale gelmesi sıkıntı yarattı. Örneğin Mete Çubukçu, Pakistan’daki Butto suikastını irdelerken şunu söylüyordu: “ABD Yeşil Kuşak projesi ile yarattığı karmaşanın karşılığını alıyor şimdi. Oyunu kaybetmese bile idare etmekte güçlük çekiyor.”

YENİ PROJE: ILIMLI İSLAM…ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirebilmesi, radikal İslamcı hareketlerin direnişçi ruhu ile değil; serbest ticaretten yana, ABD’ye göbekten bağlı, ama Ortadoğu’da diğer İslam ülkelerine model olabilecek bir İslam ülkesi önderliğinde mümkün. Türkiye iktisadi ve jeopolitik açıdan bu önderliğe aday olsa da İslami motiflerin devlet kademesinde yeteri kadar belirgin olmaması durumu değiştiriyor. Samuel Huntington‘ın Medeniyetler Çatışması tezine karşılık yıkıcı olmayan, ehlileşmiş bir ılımlı İslam devleti, tam da ABD ve AB’nin Türkiye’ye biçtiği role tekabül ediyor. Nitekim çeşitli konferanslarda ısrarla İslami Türkiye’nin AB’ye girmesinin medeniyetler ittifakına nasıl yarayacağından bahsediliyordu. Faik Bulut’un da kitabında hatırlattığı gibi, Mısır ve ABD’de gerçekleştirilen Fethullah Gülen destekli toplantılar kamuoyunda geniş yer bulmuş, Zaman Gazetesi “AB üyesi Türkiye, İslam Dünyasına Model Olabilir” başlığını atmıştı.İslam’la liberalizmi buluşturma, AKP’yi de bu buluşmanın aracısı olarak düşünme gayreti, Türkiye’deki ana akım medyada yazan liberal aydınlarda da göze çarpıyor. Son seçimin sonuçları açıklandıktan beş gün sonra Taha Akyol köşesinde heyecanla şunları yazıyordu: “Sorman ve Zakaria gibi liberaller, en çok Türkiye’yi örnek göstererek ‘piyasa’ ve ‘girişim’ faktörlerinin İslam toplumlarını dönüştüreceğini, din olarak İslam’ın da bunu teşvik ettiğini yazıyorlar. Çağımızda çağdaşlaşmanın yolu, piyasa ekonomisi ve demokrasidir. Türkiye’nin ekonomi ve demokrasi performansına ve bunda muhafazakâr ve liberal siyasetlerin rolüne bakıyorlar, Malezya’ya bakıyorlar, petrol servetinden ayrı muazzam bir girişim dinamizmi gösteren Dubai’ye bakıyorlar… Türkiye bu yolla büyük bir Rönesans sürecini yaşıyor ve örnek oluyor. Ülkemi alkışlıyorum.”  

Liberalizmle İslamiyet’i birleştirme ve buradan çıkacak sentezi bir sistem olarak yerleştirme projesinin varlığı açık. AKP’nin de bu projenin baş uygulayıcısı olduğu görülüyor. Toplumun yaşayışında İslami kuralların belirleyici hale gelmesi emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşüyor. Ancak bir süre sonra tabanın, önceleri olduğu gibi, bu projenin ötesine gitme ve daha radikal bazı talepleri dillendirme riski de yok sayılmamalıdır. 

NEOLİBERALİZM VE MUHAFAZAKARLIK… Yazı dizimiz boyunca çokça işlediğimiz bir konu da neoliberalizmle muhafazakarlığın örtüşmesiydi. Prof Dr. Ayşe Buğra konuyu şöyle açıklıyordu: “Şimdi burada neo-liberalizm dediğimiz şeyle muhafazakârlık çok güzel uyuşuyor. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada, muhafazakâr liberallerin benimsediği görüş, ekonomiyi piyasaya bırakmak, sosyal risk durumlarında kendini koruyamayan bireylerin sorunlarını da aileye, dini kurumlara, hayırseverlik, yardımseverlik duygularına havale etmek yönündedir.” Gerçekten de halihazırda çarpık olan sosyal devletin tamamen lağvedilme sürecinde cemaat ağları ve sadaka dernekleri önemli rol oynuyor. Bu yapılar hem olası bir sosyal patlamayı sübvanse ederken hem de dinsel bazı söylemleri yayarak toplumun bağnazlaşması-na ve siyasal İslam’a oy deposu açılmasına yardımcı oluyor. Yurttaşlık bağlarını güçlendiren ortak hizmet alma-verme kültürünün yerini herkesin kendi cemaatinin okuluna, hastanesine gittiği bir parçalı yapı alıyor. Hayri Kozanoğlu’nun belirttiği gibi AKP ve cemaatler eliyle yapılan hayırseverlik faaliyederi hem neoliberalizme karşı tampon mekanizmaları oluşturmak, hem de AKP iktidarını yeniden üretmek anlamında önem taşıyor. Bu neo-liberal projenin üst yapıdaki tezahürü olan dinsel gericileşme, 8 yaşında başı örtülen kızların “özgür tercihleri” üzerinden propagandaya girişiyor. İlk ve ortaokullara mescitler açılırken, bunun da liberal bir özgürlük olduğu dillendiriliyor. Halbuki pek çok semtte o mescitiere gitmediği için dayak yiyecek ve belki de öldürülecek öğrencilerin var olacağı söylenmiyor. Kurulan mescitlerin yeni baskı unsurları olacağı ve malum liberal projenin bağnaz neferlerinin yetiştirme okulları olacağı görülmüyor. 

SİYASAL İSLAM VE ANTİ-EMPERYALİZM… Geçtiğimiz günlerde bir TV programında “Yaşasın Şeriat” diye çığıran İslamcı bir yazar antiemperya-lizm dersi veriyordu tebaasına… Kendisinin bu işe 40 yılını verdiğinden dem vuruyor, genç yobazlardan alkış topluyordu. Halbuki aynı zat, gençliğinde Milli Talebe Birlikleri’nde çalışmış, yaşlandığında da Sivas katliamını Aziz Nesin’in “kabul edilemez” konuşmalarına bağlamıştı. 68’li yıllarda o Milli Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’ndaki salonunda yapılan “altıncı filoya hazırlık” toplantılarında ABD uğruna ‘şahadet’ yeminleri edilmiş, ‘Din elden gidiyor’ cümlesi yine sahneye konmuştu. Devrimciler, emperyalizme karşı mücadeleye hazırlanırken, gericiler de, 6. Filo’ya kol kanat olup devrimcilere saldırmaya başlamıştı. Allah Allah sesleri havada uçuşuyordu. Bilanço 2 devrimci gencin ölümü ve 200 de yaralıydı. Şimdilerde yeniden siyasal İslam’ın antiemperyalist yönüyle ilgili sanal alemde kimi tartışmalar dönüyor. Bu konuda Bülent Forta‘nın yazdığı şu satırlar dikkate değer: “O dönemde ülkücüler ‘antiemperyalist’ti; CIA güdümünde bir iç savaşın içinde devrimci avına çıkmış olsalar da kendilerini öyle sunuyorlardı. Akıncılar ‘antiemperyalist’ti, Amerikayı ‘İslama zulm eden’ bir kötülükler imparatorluğu olarak görüyorlardı, Kanlı Pazar’da devrimcilere bıçaklarla, sopalarla saldırsalar da kendilerini öyle sunuyorlardı.” Göründüğü gibi ne o gün ne de bugün anti-em-peryalizm lafla olmuyor. Ülkücüsünden İslamcısına kendisine her antiemperyalistim diyen antiemperyalist olmuyor. Sınıfsal bir perspektifi bulunmayan bu hareketlerin sadece ABD’ye karşıyım demeleri onları antiemperyalist yapmıyor. Bugün AKP eliyle sürdürülen gericileşme ise aslında tam da emperyalizmin çıkarına denk düşüyor. İlericilik-gericilik tartışması da son zamanlarda sol kamuoyunda çokça tartışılır oldu. Gericilik kavramının kaba ilerlemeci görüşe ait olduğunu ve tarihin doğrusal olmadığını söyleyenler, artık bu kavramın kullanılmaması gerektiğini savunuyorlar. Gerçekten de tarihin doğrusal bir çizgi olarak ilerlemediği ve çeşitli geri dönüşler olabildiği görülüyor. Bunların nedenleri ayrı bir tartışma konusu… Ancak modernizmi ve pozitivizmi çalışırken post-modernizmin kuyusuna düşme tehlikesi yok mu?

BİR İLERİ, İKİ GERİ… Post modernizm, modernizmi aşan değil onun reddiyesi olan bir proje olarak göze çarpıyor. Aydınlanmanın tüm öğretilerini reddetmek de bunun içinde… Bilimsel düşüncenin yerini ruhani bazı safsatalar alırken, kadınların yeniden bedenlerini gizlemeleri tartışılırken, evrim teorisinin zinhar adı ağza alınmazken nasıl bir aşmaktan söz edebiliriz ki? Etienne Balibar, Marx’in Felsefesi kitabında, “Kolektif bir ilerleme miti varsa bunun en esaslı parçasını Marksizm’e borçluyuz” diyor. Robert Nisbet ise İlerleme Fikrinin Tarihi adlı kitabında “Bugün Marx’i 19. yy’ın evrimci ve ilerlemeci geleneğinden çıkarmak isteyen şu Batılı Marksistlerin-

kinden daha tuhaf pek az öneri vardır” diye yazıyor. Tüm bu kuramsal tartışmalar bir yana, dün kadınlar görece de olsa toplumsal yaşama katılabilirken, yarın seçme ve seçilme hakları dahi ellerinde alınsa bu bir geriye gidiş olmaz mı? Ya da okullarda genetik öğretilirken onun yerini Adnan Hoca’nın safsataları alsa? Ya da kezzap atılsa 13 yaşında kızların bacaklarına? Gericilik kelimesinden daha iyi ne ifade edebilir mevcut durumu? Bugün emekçi sınıfların aydınlanmadan kopartılıp metafizik düşüncelerle donatılması değil midir asıl sorun? Tam da Hayri Kozanoğlu’nun dediği gibi: “Solun bugün evrensele, ilerlemeye, akla, bilime vurgu yapan aydın-lanmacı damarı yeniden yakalamaya ihtiyacı var. Her şeyi göreceli, tikel, bilinemez gören post-mo-dernizmi mahkum etmenin zamanı geldi artık.”  

NASIL YAPMALI?… Tüm bu analizler okuyucunun kafasına “Peki, nasıl yapacağız” sorusunu getiriyor. Bu konuda pek çok mail aldık, alıyoruz da… Belki bununla ilgili bir yazı dizisine daha ihtiyaç var ama bir süre bunu gerçekleştirmemiz mümkün gözükmüyor. Aslında en güzel reçeteleri bulsak, formülleri üretsek neye yarar? Uygulamak için örgütiü, kendine güvenen bir güç bulunmadıktan sonra… Ancak en azından şunu söylemek mümkün… Siyasal İslam’a ve neo-liberalizme karşı mücadelede emekçi katmanlarla buluşamadıkça bu çarkı tersine çevirmek mümkün olmayacak. Gücünü tabandan, toplumsal alandan, emekçilerden almayan, kendisine ilerici süsü veren hiçbir hareketin başarı şansı yok. Orta sınıfların yaşam tarzlarının değiştirileceğine yönelik kaygıları, korkuları ve tepkileri elbette ki eşitlikçi ve özgürlükçü bir seçeneğe kanalize edilmek zorunda… Bu kaygılar, küçümsenecek ya da sınıf indirgemeci bir tavırla itilecek olgular değildir. Nitekim solun geleneksel tabanında da küçük burjuva- aydın kesimler bulunmaktadır. Ancak bu kesimin nicedir emekçi sınıflarla bağı kopmuş durumda… Ortak bir mücadele perspektifi uzun süredir yaratılamı-yor. Öyleyse neo-liberalizme ve gericiliğe karşı emekçi sınıfların aşağıdan yukarı örgütlenmesi oldukça önemli gözüküyor. AKP politikalarına cepheden karşı çıkan eşitlikçi ve özgürlükçü bir sol hareket, bu memleketin ihtiyacı olarak duruyor. Burada da Kemalizm’in safına düşmek gibi bir kaygı var. Halbuki mevcut tepkilerin darbeci-yasakçı hareketlere akmasını engellemenin tek yolu eşitlikçi ve özgürlükçü, inandırıcı bir seçeneği AKP’nin karşısına dikebilmekten geçer. Tam da o zaman gericiliğe ve neoliberalizme karşı tepkilerin şovenizmden, darbecilikten, tepeden inmeci eğilimlerden kurtulması mümkün olacaktır. Yoksulların cemaat ağlarının pençesinden kurtulması da ancak böylesine örgütlü, gücünü toplumdan alan bir hareketle mümkün… Bazı aydınlarımız haklı olarak, söylemeyin yapın artık diyor bugünlerde… Haklısınız belki ama iki kişi ile ancak bir yazı dizisi yapılabiliyor… O yüzden değiştirmek istiyorsak her birimizin örgütlü mücadeleye omuz vermesi, ideolojik yenilenmeye kad« sunması, barikata bir tuğla daha koyması gerekiyor. Sol kendisine bir çıkış arıyor bu günlerde… Ama zamanın da beklemeye tahammülü yok maalesef… Tersanelerde her gün işçiler ölürken birileri takdir-i ilahi diyorsa o zaman bize iki seçenek kalıyor:

“Ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol yapacağız.”

23.02.2008 / Birgün…

KADINA ŞİDDET ve TACİZ…

24/11/2008 3 yorum

acc“Cehennemden kaçarak buraya ulaştım. Hissettiğim tek şey acıydı. Tükenmiş durumdaydım. Bugüne kadar geçen yılları hayatımdan çalınmış zaman dilimi olarak görüyorum.” Bu sözler Afrika ülkesi Ruanda’da, tam on dört yıl önce 100 gün içinde 800 bin Tutsi ve ılımlı Hutu’nun katledilmesiyle sonuçlanan soykırımdan kaçmayı başararak, 3 yaşındaki çocuğuyla birlikte 2000 yılında İngiltere’ye sığınma talebinde bulunan tecüvüz mağduru Stella Mpaka‘ya ait. Uzun süren hukuk mücadelesinde bir sonuç alamayan Mpaka Londra’da faaliyet yürüten Crossroad Women’s Centre’da, ‘Tecüvüze Karşı Kadın Grubu’yla  tanışmasının sonunda ve tam 7 yıl süren bir hukuk mücadelesinin ardından İngilte’de kalma izni almayı başardı…

“Kız kardeşime ve anneme kaç tane askerin tecavüz ettiğini gördüm. Korkmuştum ve eğer orduya katılırsam bunlardan korunmuş olacağımı düşündüm. Kendimi korumak istemiştim… Sadece 12 yaşındaydım ama gece boyunca diğer askerler tarafından sürekli dövüldüm ve tecavüze uğradım. 14 yaşıma geldiğimde bir bebeğim vardı. Babasının kim olduğunu bile bilmiyorum. Kaçtım…
Gidecek yerim ve bebeğime verecek yiyeceğim yok.” Bunlar ise  Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde köyü saldırıya uğrayan 12 yaşındaki Natalie’nin sözleri. Natalie’nın nerede olduğu şu an bilinmiyor…

Yukarda anlatılan iki  olay dünya çapında  hala oldukça yaygın olan kadına yönelik tecavüz ve şiddet olaylarına örnektir. Tecavüz insana yönelik şiddetin en uç biçimidir. Uzmanlar, tecavüzün, içinde damgalanmayı taşıdığı ve toplum için de ‘utanç’ olarak taşındığı için, büyük oranda gerçeğin altında belgelenmekte ve nadiren cezalandırılmakta olduğuna dikkat çekiyor. Bu konuda yayınlanan raporlar ve araştırma sonuçları da durumun ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. Dünya çapında her beş kadından biri hayatlarında tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı olacaktır (WHO 1997).

İrlanda’da Dublin Tecavüz Kriz Merkezi’ne 2007 yılında başvuran kadın sayısı 320. Bu oran 2001 yılında 158 olarak kayda geçmiş. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Kadın Çalışma Grubu (NWS) raporuna göre yılda ortalama 683 bin kadın ülkede tecavüze uğruyor. Bu her üç dakikada bir kadının tecüvüze uğradığı anlamına geliyor. Güney Afrika’da her gün 147 kadın tecavüze uğramaktadır. (Güney Afrika Irk İlişkileri Enstitüsü 2003).

Fransa’da her yıl 25,000 kadın tecavüze uğruyor (Avrupa Kadınlar Lobisi, 2001).  Türkiye’de kadınların %35.6’sı bazen, %16.3’ü sık sık aile içi tecavüze uğruyor (2000 yılında yayınlanan taramalar, Müslüman toplumlarda kadın ve cinsellik, WWHR Yayınları: İstanbul, 2000).

Uluslararası Af Örgütü’nün 2004 yılından beri sürdürdüğü ‘Kadına Yönelik Şiddet Kampanyası’na göre, sebebleri ne olursa olsun dünya genelinde her 3 kadından 1’i yaşamı boyunca eşinden, erkek arkadaşından ya da aile bireylerinden kötü muamele görüyor, dövülüyor, cinsel ilişkiye zorlanıyor ya da taciz ediliyor. 15 – 40 yaş arası birçok kadın kanser, trafik kazaları yada sıtma yerine toplumsal cinsiyet kökenli şiddet nedeniyle ölmekte yada yaralanmakta.  Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i erkek partnerleri tarafından öldürülüyor. Her yıl iki milyon kızın cinsel organları sünnet edilme riski taşıyor.  Kişiler arası şiddetin silahlı çatışmalar bittikten sonra da kısmen de olsa silahların mevcut olması nedeniyle kadına yönelik erkek şiddeti yüksek oranda devam ediyor.  Normalde yaşıyor olması gereken en az 60 milyon kız çocuğu cinsiyet tercihli kürtaj veya erkek çocuklarından daha önemsiz olarak görüldükleri için yetersiz bakım nedeniyle çeşitli toplumlarda “kayıp”lar. (E, Joni Seager, 2003).

Kadına yönelik şiddetin önüne geçilememesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu şiddeti uygulayanların sıklıkla kontrolsüz ve cezasız kalıyor olması.

Bazı ülkelerde bununla ilgili hiçbir yasa yokken, başka ülkelerde ise yasalar bazı şiddet biçimlerini cezalandırabilirken, bazılarını yasa dışı bırakıyor. Gerekli yasaların bulunduğu durumlarda bile birçok ülkede yasalar tam olarak uygulanmıyor. Dünyada 79 ülkede aile içi şiddete karşı hiç yasa yok (ya da bilinmiyor) (UNIFEM, Not a Minute More, 2003).

Yine aile içi tecavüz sadece 51 ülkede cezai bir suç olarak tanımlanıyor (UNIFEM, 2003).

BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörü’nün 1994-2003 incelemesinde, incelenen ülkelerin neredeyse tamamında kolluk kuvvetleriyle ilgili sorunlar olduğu ortaya çıktı.  Dünya çapında, 2003 yılında en az 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunurken,  sadece 16 ülkede cinsel saldırıyla ilgili özel yasa bulunuyor; sadece 3 ülkede kendi başına kadına yönelik şiddeti suç fiili kategorisi olarak tanımlıyor (Bangladeş, İsveç ve ABD) (A, UNIFEM 2003).

Bolivya, Kamerun, Kosta Rika, Etiyopya, Lübnan, Peru, Romanya, Türkiye, Uruguay ve Venezuela’da, ceza yasası uyarınca tecavüzcü kurbanla evlenmeyi teklif eder ve kurban da kabul ederse serbest bırakılmakta. (D, Joni Seager, The Atlas of Women, 2003).

Sözde “namus” savunması (tamamen ya da kısmi olarak) Peru, Bangladeş, Arjantin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan, Türkiye, Batı Şeria ve Venezuela’nın ceza yasalarında yer almaktadır (A, BM 2002).

25 Kasım tüm dünyada “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanacak. Bu nedenle çeşitli paneller, gösteriler, etkinlikler düzenlenerek. İnsanların dikkatleri bu konuya çekilirken, aynı gün tüm dünyada kadınlar fiziksel ve psikolojik şiddet kurbanı olmaya devam edecek.

Ali Keskin / Açıkgazete / http://www.acikgazete.com/?action=journalist&aid=4064

KRİZ ve TÜRKİYE’DE ETKİ ALANLARI… (Teğet Değil Deler Geçer…)

21/11/2008 3 yorum

Krizin retoriği...

Krizin retoriği...

Ekonomik bunalımın belirtileri ABD’de görüldüğünde, bizim üst düzey yöneticilerin ilk tepkisi, “Bizi etkilemez, bizim ekonomimiz güçlü” oldu. Sonra teğet geçeceği, hafifçe de olsa etkileyeceği öngörüldü. Şimdilerde ayaklar suya ermeye, değmeye başladı. “Dünya krizi tabii etkiler, hiçbir ülke bunun dışında kalamaz” söylemi giderek yaygınlaşıyor.

 

 Ekonomide bir olayın başlaması ile bunun etkilerinin tam hissedilmesi arasında bir zaman aralığı, gecikme, iktisatçıların deyişi ile “time lag” vardır. Olayı algılayacaksınız, nedenlerini araştıracaksınız, önlemler alacaksınız, önlemleri uygulamaya koyacaksınız; bunlar hep zaman alır. Unutmamak gerekir ki, 1929’da yine ABD’de mali sektörde, özellikle bankacılık kesiminde başlayan bunalım, üretici sektörlerde, yaygın deyişle reel sektörde yıkıcı, yakıcı etkisini 1930’lu yılların başlarında göstermişti. Bu nedenle ekonomideki zaman aralıklarını, gecikmeli etkileri dikkate almadan bir değerlendirme yapmak, hatalı, en azından eksik olur.

TÜİK’in açıklayacağı rakamlara tam yansımayabilir ama, ekonomide yavaşlama, işsizlik ve hatta fiyat artış hızı açısından, krizden etkilenen, etkilenecek ülkeler arasında

Türkiye, “en çok etkilenecek ülkeler” grubunda yer alır. Bunun nedenlerini yineleyeyim.

• Ekonomimizin yapısal değişim gücü, koşullara uyum gücü zayıftır.Yeterince sermaye malı, aramalı üretemeyen, teknoloji geliştiremeyen, hatta gerçek girişimcisi az bir ekonominin, bunalımlara dayanıklı olması, bunalımdan etkilenmemesi, hatta sınırlı ölçüde etkilenmesi olanağı yoktur. Türkiye daha çok, dayanıklı ve dayanıksız tüketim malı üretmekte, girdi olarak dışarıya bağımlı bulunmakta, ihracat endüstrileri olarak nitelendirilen sanayi dalları, montaj sanayii özellikleri göstermektedir.

Yapısal reformlar adı altında yabancı güçlerin, onların yerli ortaklarının istekleri doğrultusunda yasal düzenlemeler yapılmış, çıkarlar sağlanmış, ancak ekonominin yapısı, değişim, uyum, hatta üretim gücü arttırılamamış; tersine, özelleştirme adı altında bu güç zayıflatılmıştır.

• Stratejik ithalatın oranı çok yüksektir. Türkiye enerji, sermaye malı, aramalı açılarından dışa bağımlı olduğundan, ithalatta bir aksama Türkiye’nin ulusal gelirinde hızla düşüşe, üretim aksamalarına, işsizlik oranında yükselişe yol açar. Ulusal geliri büyük ölçüde etkileyebilecek, ithalat, stratejik ithalat olarak nitelendirilmektedir.

• İhracatın yapısı bunalımın etkisini frenlemeye uygun, yatkın değildir. Türkiye stratejik mallar ithal ettiği halde, gelir esnekliği düşük tüketim malları ihraç etmektedir. Dünya pazarlarında bir daralma, Türkiye’nin ihracatı üzerinde de yüksek oranda daralmaya yol açar. İhracatın ithalatı karşılama oranı daha da düşer. Türkiye, ihracatı ile, aramalı ve enerji ithalatını dahi karşılayamamaktadır. Bu dengesizlik, bunalım dönemlerinde daha da artar. 

• Türkiye’nin dış borçları yüksek olup, bunalım dönemlerinde çevrilmesi zorlaşır, daha pahalı hale gelir. Türkiye’de dış borçları GSMH’ye oranlayıp, borç yükü düşüyor gibi bir yorum yapmak yanılgı olur. Dış borç, ulusal para ile değil dövizle ödenecektir. Bu nedenle döviz gelirlerini esas alarak değerlendirme yapmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin dış borçları yüksektir, göstergeler daha da kötüleşecektir. Dış borçların çevrilmesinin zorlaşması, daha pahalı hale gelmesi, ekonomideki kısırdöngüleri daha da kavileştirecektir.  

• Bankaların ve özel kesimin döviz pozisyon açıkları, krizin etkilerini şiddetlendirecek etkenlerdir. Bankacılık kesiminde bilanço içi döviz açığı olan bankalar vardır. Bu bankalar, 2001 krizinde olduğu gibi, TC Merkez Bankası’ndan ucuz döviz alıp, krizi fırsata dönüştüremezlerse zor durumda kalabilirler. Döviz geliri olmayan döviz borçlusu özel firmalar, krizi derinleştirecek başka bir tehlikedir. 

Ciddi bir çözümleme yapmadan krizin etkilerini küçümsemek, etkin bir kriz yönetimi ile bağdaşmaz.

________________________ÖZTİN AKGÜÇ

Dear Mr. President… Sevgili Bay Başkan…

“Dear Mr. President
Sevgili Bay Başkan;
Benimle biraz yürümek ister misin?
Yalnızca iki sıradan insanmışız,
Ve sen benden daha iyi değilmişsin gibi.
Sana bazı sorularım olacak,
eğer dürüstçe konuşabilirsek.
Sokaklardaki onca evsizi gördüğünde neler hissediyorsun?
Yatmadan önce kime dua ediyorsun?
Aynada kendini gördüğünde ne hissediyorsun?
Kendinle gurur duyuyor musun?
Biz ağlarken nasıl uyuyabiliyorsun?
Bir hoşça kal demeye bile fırsatı kalmayan bir anneyi,
hayal edebiliyor musun?
Başın dik nasıl yürüyorsun?
Gözlerime bakıp nedenlerini anlatabilir misin?

Yalnız bir çocuk muydun sen?
Şimdilerde de yine yalnız bir çocuk musun?
Nasıl söyleyebilirsin geride bırakılmış hiç çocuk olmadığını?
Biz aptal değiliz, kör de değiliz.
Onlar senin hücrelerinde barınıyorlar,
Döşediğin cehenneme giden yolda.
Bir baba nasıl kızının seçimlerini elinden alır?
Ve bir baba nasıl nefret eder kızından eşcinsel diye?
Ben sadece bir First Lady’nin söylemesi gerekenleri düşlüyorum
Sen viski ve kokainden başını kaldıramazken.
Sana sıkı çalışmanın ne olduğundan bahsedeyim
Azıcık maaşla ve bir bebek yoldayken
Sana sıkı çalışmanın ne olduğundan bahsedeyim
Bombalardan mahvolmuş evleri yeniden yapmaya çalışmak
Sana sıkı çalışmanın ne olduğundan bahsedeyim
Kartonlardan yatak yapmak,
Sıkı çalışmak…
Geceleri nasıl uyuyorsun?
Başın dik nasıl yürüyorsun?

Sevgili Bay Başkan;
Benimle yürümek istemezdin değil mi?”…Sevgili Bay Başkan;

Kategoriler:ucnokta'dan

HANGİ AMERİKA…

19/11/2008 2 yorum

·         “Hangi Amerika? Amerika’yı doğru görmesini bilenler, ‘birden fazla Amerika’ olduğunu bilirler. Beyaz Saray, onun ayrılmaz parçası Başkan’ın danışmanlar ekibinden oluşan Ulusal Güvenlik Konseyi, Dışişleri, CIA, yerine göre Ticaret Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, bu arada Kongre…

Bütün bunlar, kimi durumlarda aynı konuda pekala farklı eğilimler ortaya koyan iktidar odaklarıdır. Bunlar dahi yetmez. ‘Corporeta Amerika’ adı verilen ‘şirketler Amerikası’, yani büyük sermayenin Amerikası da Amerikan politikasının belirlenmesi ve biçimlendirilmesinde gözle görülmez ama büyük ağırlık sahibidir. Ancak, bunun içinde de dış politika alanında sektörel çelişkiler ve ayrılıklar yansıyabilir. Bir de bunlara bir sürü thin-thank’i ve düşünce adamını ekleyin… Hangi Amerika? Hangisi Amerika?”

Adelina Sfishta

Okuyanlar Özgür Olmalı

Evrim Teorisi Online

Evrim hakkında herşey...

Virginia Woolf

Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.

ODILA BLOGGER by OAS

Turkish Geeks on Life & Politics...

YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ

Facebook adreslerimiz: http://www.facebook.com/ata.fecob - http://www.facebook.com/pages/fvco/107464239362228

Komeleya Çand û Integrasyon a Kurd Luzern

Kürdischer Kultur und Integrationsverein Luzern/Mythenstrasse7,6003 Luzern

eren@home ~ $

Açık Kaynak, Linux, Programlama Dilleri, Amatör Telsizcilik gibi konular üzerine düşünceler

Ata FE COB

"En büyük yenilgimiz, bir alternatif fikrini kaybetmiş olmamızdır." ___Michael Lebowitz

WordPress.com

WordPress.com is the best place for your personal blog or business site.

CHP SULTANGAZİ

"Direnme gücü, dünya “evet” sözcüğünü duymak istediğinde 'HAYIR' diyebilme yetisidi" E. Fromm. ________“12 Eylül’de ‘HAYIR’ oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun” KILIÇDAROĞLU